Хеннинг Манкелль

Gülümseyen Adam


Скачать книгу

ng>Kurt Wallander; Yeniden…

      2000’li yıllarda İskandinav ülkelerinde polisiye edebiyatın yükselişine tanık oluyoruz. 1960’lı yıllarda İsveç’te Maj Sjöwall ve Per Wahlöö’nun Martin Beck dizisi ile başlayan sürecin bugün ulaştığı noktada artık uluslararası bir başarıdan söz etmek gerekir. Hemen her ülkeye çevrilen, TV dizileri ve sinema uyarlamalarıyla milyonlara ulaşan İskandinav polisiyelerinin lokomotifliği son birkaç yıldır Stig Larsson’un Ejderha Dövmeli Kız’ındaydı. Ancak polisiyeseverler için bu edebiyatın yıldızı – Sjöwall ile Wahlöö’nun gerçek mirasçısı– Henning Mankell’dir.

      İsveç’te polisiye yazımı erken bir tarihte başlamıştı. İlk polisiye/gizem romanı yazarı 1893 yılında Stockholmsdetekiven’i (“Stockholm Dedektifi”ni) yayımlayan Frederik Lindholm oldu. Onu Frank Heller ve bir dizi Sherlock Holmes parodisi ile Sture Stig izledi. Ancak polisiye edebiyatın asıl yükselişi 40’lı yıllardan sonradır. En önemli isim 1944’ten 1960’ların sonlarına kadar Stockholm merkezli romanlar yazan Stig Trenter’di. Bu romanlar kentin toplumunu ve coğrafyasını o kadar güçlü bir şekilde yansıtıyordu ki bu eğilimi karakterize etmek için “Trenter Sendromu” terimi kullanılır olmuştu. İlk kadın yazar olarak Maria Lang’ı, suçu kasabalara taşıyan R. K. Ronblom’u ve polisiyeye toplumsal meseleleri sokan Vic Suneson’u da anmadan geçmeyelim.

      Saydığım bu yazarlar yol açıcılardı; modern İsveç polisiyesinin yaratıcıları ise onların açtıkları yoldan ilerleyen Maj Sjowall ve Per Wahloo’dür. 60’ların sonlarında birlikte kaleme aldıkları Martin Beck dizisi, gerek polisiye kurgusuyla, gerek barındırdığı siyasi ve toplumsal eleştiriyle bir bakıma “İsveç polisiyesi”nin kurallarını ortaya koymuştu. Kerstin Erkmen bu kurallara İsveç coğrafyasının etkileyici atmosferini ekledi. O zamanlardan günümüze, İsveç’ten kendisini uluslararası alanda kanıtlayan pek çok yazar çıktı. Ancak hiçbiri Henning Mankell’in başarısını yakalayamadı.

      Henning Mankell, 3 Şubat 1948’de İsveç’in kuzeyindeki Härjedalen’de doğdu. On yedi yaşında Stockholm’e giderek Riks Tiyatrosu’nda yönetmen yardımcısı olarak çalışmaya başladı. 1968’de yönetmenliğe, yazarlığa ve siyasete adım attı. Sosyalist bir aktivist olarak Vietnam Savaşı’na, Güney Afrika’nın apartheid rejimine ve Portekiz’in Mozambik sömürge savaşına karşı eylemlerde yer aldı. 1970’lerde Norveç’e taşındı ve Norveç Komünist Emek Partisi’ne destek verdi. İlk romanı Bergsprängaren (“The Rock Blast”) 1973’te yayımlandı. 1985’te Maputo’da bir tiyatro topluluğu kurmak üzere aldığı davet sonucu gittiği Mozambik ikinci vatanı oldu Mankell’in. 1991-2009 yılları arasında yazdığı –Komiser Wallander– polisiyeleri sinema ve dizi uyarlamalarıyla birlikte dünya çapında ün kazandı. Bunların yanı sıra Afrika’da geçen romanlar, tiyatro oyunları, çocuk ve gençlere yönelik kitaplar da yazdı. 2001’de İsveç’te kendi yayınevi Leopard Förlag’ı kurdu. Kitapları kırk bir ülkede kırk milyon satışa ulaşan, çok sayıda ödüle değer görülen Henning Mankell 2015 yılında hayata veda etti.

      Hikâye başlıyor

      Mankell, ilk Wallander macerasını 1991 yılında yazmış, roman İngilizceye 1997’de, Türkçeye ise 2000’de –Ölümün Karanlık Yüzü adıyla– çevrilmiş, on romanlık dizi 2009 yılında Huzursuz Adam ile sona ermişti. İsveç polisiye edebiyatının en önemli isimlerinden Henning Mankell ve onun unutulmaz dedektifi Kurt Wallander yeni bir edisyonla bir kez daha okuyucularla buluşuyor.

      Ayrıksı Kitap’ın Karanlık Yüz adı ile yayımladığı ilk macerada tanışıyoruz Kurt Wallander ile. Tarih 8 Ocak 1990. İlk izlenim olarak şunları kaydedebiliriz; kırk iki yaşında, karısı tarafından terk edilmiş, alkol bağımlılığın eşiğinde, öfkeli ve yalnız bir adam. Yalnızlığının müsebbibi biraz da kendisi. İşinden ne ailesine ne yakınlarına ayıracak zaman bulan Wallander, Skåne bölgesindeki Ystad kasabasının en deneyimli cinayet polisi.

      Sonraki iki romanda yani Riga’nın Köpekleri v e Beyaz Aslan’da Kurt Wallander bir yandan ulusal ve uluslararası suçlarla, diğer yandan kafasındaki canavarlarla mücadelesini sürdürürken yıllar da ilerledi. Gülümseyen Adam’a geldiğimizde tarihler 1993’ü gösteriyor. Son macerada hayli yıpranan ve geçen bir yılı hastalık izninde geçiren kahramanımız göreve dönmeye hazır hissetmiyor kendisini; “bu süre boyunca güçsüzlük hissi eylemlerini etkilemiş ve yaşamında baskın hâle gelmiş”. Aslında, “meslekten ayrılmanın da zamanı geldi” diye düşünüyor inzivaya çekildiği Danimarka’daki sahil kasabasında. Ancak onu görmek isteyen ve babasının ölümü ile ilgili kuşkularını dile getiren bir arkadaşının cinayete kurban gitmesi kararını değiştirmiştir. Kimseye bu ziyaretten söz etmez ama soruşturmayı üstlenir. Olayı biraz deştiğinde Wallander, sadece suçla değil özünde suçlu olan kapitalist sistemle karşı karşıyadır…

      Wallander Polisiyeleri

      Kahramanımız her ne kadar ekip çalışmasına pek yatkın olmayan “yalnız kurt”lardan olsa da Kurt Wallander dizisi – tıpkı Martin Beck dizisi gibi– “polis işlemlerine ağırlık veren” türdedir. Wallander, örgütlü suça karşı örgütlü polis gücünün bir parçasıdır ve bu efsanevi karakter küreselleşmiş dünyanın, 1990’lı yılların azgınlaşmış bireyciliğinin ve bunun türevi olan toplumsal yozlaşmanın hâlâ ahlak sahibi olan bir insanda yaptığı yıkımın izlerini taşır. Babası parasız bir ressam, annesi evlerde temizliğe giden bir işçidir. Öyle ki zenginliğe karşı içgüdüsel bir refleksi/tiksintisi vardır Wallander’in. Onun bu refleksi solcu, muhalif, aktivist Henning Mankell’in romanlarındaki sınıfsal tavrı sürekli kılar.

      Kurt Wallander, polisiye tarihinin en etkileyici dedektif tiplemelerinden biri olarak gösteriliyor. Dedektif denildiğinde bulmacamsı cinayetleri büyük bir maharetle çözen “Altın Çağ” dedektifleri ya da “Private Eyes” geleneğinin sokaklarda belalılarla boğuşan sert erkekleri gelebilir aklımıza. Oysa Wallander ne Sherlock Holmes’a, ne Hercule Poiriot’ya, ne Maigret’ye ne de Philip Marlow’a benziyor. O kendi çağının bir ürünü, 20. yüzyılın ikinci yarısının dinamiklerinin, yeni mülkiyet ilişkilerinin doğurduğu bir kahraman tipi. Bu tipin doğuşunu ve polisiye romanlardaki değişimi kavramak için Ernest Mandel’in Hoş Cinayet’teki tespitlerine kulak vererek değişimi kısaca özetleyelim:

      “Suçun nicel artışıyla birlikte nitel bir dönüşümü de gündeme geldi. Örgütlü suç egemen olmaya başladı. Örgütlü suçun rüşdünü ispat etmesi, salon dedektif romanının ölüm çanını çaldı. Lord Peter Wimsey ya da Peder Brown bir yana, Hercule Poirot’nun Mafya’ya karşı mücadele etmesini hayal etmek olanaksızdır. Sam Spade, Philip Marlowe, Nestor Burma ve Lew Archer mevcut toplumsal düzenle ilgili herhangi bir yanılsamadan alaycı biçimde uzak, sert karakterler olarak görülebilir. Ancak örgütlü suçun ulaştığı devasa boyutlar karşısında tek başlarına ayakta kalmaları imkânsızdır. Örgütlü suçun geniş çapta ortaya çıkmasıyla birlikte, gerçek yaşamda suç takibi ve suçla mücadelede de orantılı bir değişiklik oluşmak zorundaydı. Suçu ele alan edebiyatta da benzer bir gelişme kaçınılmazdı. Otuzların sonunda ve kırkların başında özel dedektif, yerini geniş çaplı bir örgüt tarafından desteklenen polis memuruna bırakmaya başladı. Yeni bir polisiye roman türü, ‘polis işlemlerine ağırlık veren’ bir tür doğdu.”

      Martin Beck ve Kurt Wallander işte bu türün temsilcileriydiler. Elbette türlerinin yegâne örnekleri değiller. Siyasi/toplumsal içeriği ağır basan gerçekçi polisiyelerde, özellikle de İskandinav polisiyelerinde bu türden dedektif tiplemeleri sıklıkla canlandırılıyor. Ama bu türden dedektiflerin esin kaynağının Beck ve Wallander polisiyeleri olduğunu eklemek gerekir.

      Wallander, bir anlamda eski moda bir insan. Acıma, adalet ve beraberlik gibi eskimiş sayılan şeylere inanıyor. Ancak Kurt Wallander’in bu denli sevilmesinin nedeni –Mankell’in deyişiyle– değişme özelliği; “dördüncü kitaptaki Wallander, birinci kitaptakinin aynısı değildir. Bir romanın 30. sayfasındaki Wallander ile 400. sayfasındaki Wallander de farklıdır. Wallander, sizin gibi, benim gibi sürekli değişir. Bu onu canlı yapar. Bu yönüyle Sherlock Holmes ya da Hercule Poirot’dan ayrılır. Onlar hep aynı kalır. Bunlar stereotip karakterlerdir. Ancak bir roman karakterinin canlı görünmesi için değişmek zorundadır.”

      42 yaşındayken tanımıştık Wallander’le. Her macerasında biraz daha yaşlandı. Dizinin sonuna gelindiğinde altmışına merdiven dayamış