kırlar.
Gölgesiz kimse yoktur.
Hatırlamak istediğini unutursun
Unutmak istediğin ise hiç aklından çıkmaz.
Giriş
Hikâye ani bir öfke patlamasıyla başlar.
Nedeni de başbakanın masadaki lambanın loş ışığında okumakta olduğu önceki akşam gönderilmiş bir rapordu; oysa öncesinde İsveç hükümet dairelerine bir sabah sessizliği hâkimdi.
1983 yılıydı. Stockholm’de baharın ilk günlerinden biriydi; şehrin üstüne yoğun bir sis bulutu çökmüş, ağaçlar henüz yapraklanmamıştı.
Başbakan Olof Palme, son sayfayı da okuduktan sonra kalkıp pencerenin yanına gitti. Dışarıda martılar daireler çiziyordu.
Rapor denizaltılarla ilgiliydi. Şu 1982 sonbaharında İsveç deniz sahasını ihlal ettiği iddia edilen o lanet olasıca denizaltılar… Bu gelişmelerin arasında bir de İsveç’te genel seçimler yapılmıştı. Sosyalist olmayan partiler sandalye kaybedip mecliste çoğunluğa sahip olamayınca Meclis Başkanı tarafından Olof Palme yeni hükümeti kurmakla görevlendirilmişti. Başa gelir gelmez yeni hükümetin yaptığı ilk icraatsa su üstüne çıkmaya zorlanmamış denizaltılar skandalıyla ilgili bir araştırma komisyonu kurmak olmuştu. Eski Savunma bakanı Sven Andersson bu komisyonun başındaydı. Olof Palme raporu okuyup bitirmişti ama konuyla ilgili bilgisi hâlâ ilk başında olduğundan fazla değildi. Raporda sunulan bulgular havadaydı. Palme çok kızgındı.
Ama bu, Sven Andersson’un Olof Palme’yi ilk kızdırışı değildi. Palme’nin ona olan öfkesi aslında 1963 Haziran’ında, Yaz Dönümü’ne yakın günlerden birinde, iyi giyimli, kır saçlı, elli yedi yaşındaki bir adamın Stockholm’ün orta yerinde, Riksbron’da tutuklanışına dayanıyordu. Bu iş öyle sessiz sedasız gerçekleştirilmişti ki olay yerinde bulunanlar meydana gelen durumu fark etmemişti bile. Tutuklanan adamın adı Stig Wennerström’dü, İsveç Hava Kuvvetleri’nde bir albaydı. Bir Sovyet ajanı olduğu söyleniyordu.
Wennerström tutuklandığı sırada o dönemin başbakanı Tage Erlander yurt dışına yaptığı bir seyahatten dönmekteydi. Riva del Sole’de, Reso’nun sayfiye beldelerinde kırk yılda bir yaptığı o seyrek tatillerdendi. Erlander, uçaktan indiğinde büyük bir gazeteci kalabalığını karşısında görmeye hazırlıklı olmadığı gibi, olayla ilgili bilgisi de neredeyse sıfırdı. Ne kimse ona bu tutuklama olayından bahsetmişti ne de o güne kadar Albay Wennerström diye şüphelendikleri birinin olduğundan haberi vardı. Savunma bakanıyla başbakanın bir araya geldiği ara sıra gerçekleşen o bilgilendirme toplantılarından birinde, albayın adı ve onunla ilgili şüpheler olduğu konusu geçmişti mutlaka ama bu ciddi biçimde ve herhangi bir durumla bağlantılı olarak yapılmamıştı. Soğuk Savaş denilen dönemde, karanlık sularda gezinen şüpheli Rus ajanların olduğuna dair dolaşan söylentiler her zaman vardı. Dolayısıyla Erlander’in verdiği yanıt yeterince aydınlatıcı olamamıştı. İnsana sonsuzluk kadar uzun gelen bir zaman boyunca hiç aralıksız başbakanlık yapmış Erlander (tam olarak söylemek gerekirse yirmi üç yıl) sorular karşısında öylece ağzı açık kalmış, Savunma Bakanı Andersson ya da olayla ilgili bir başkası kendisine olan biteni aktarmadığı için ne diyeceğini bilememişti. Aslında istense Kopenhag’dan Stockholm’e eve dönüş yolculuğunun son kısmında bilgilendirilebilirdi (ki yolculuğu sadece bir saat kadardı) ve böylece Erlander de karşısına çıkan heyecanlı gazeteci ordusuna bir cevap vermeye hazırlıklı olurdu ama kimse Kastrup Havaalanı’nda kendisini karşılamamış ve uçuşun son ayağında eşlik etmemişti.
Bunu izleyen günlerde Erlander’in hem başbakanlıktan hem de Sosyal Demokratların liderliğinden istifa etmesine ramak kalmıştı. Daha önce hükümetteki parti arkadaşlarına karşı hiç bu şekilde bir hayal kırıklığı içinde olmamıştı. Bu arada Erlander’in yerine geçmesi için aday gösterilip seçilen Olof Palme, meslektaşlarının bu hayret verici kayıtsız tavırları karşısında eski akıl hocasının hissettiği öfkeyi tabii ki anlıyor ve paylaşıyordu ama bu durum Erlander’in daha da küçük düşmesine sebep oluyordu. Hükümete yakın olan çevrelerde Palme’nin, ustasının tepesinde kuduruk bir tazı köpeği gibi durup etrafı kolladığı söylenmekteydi.
Palme, Tage Erlander’e yaptıklarından dolayı Sven Andersson’u asla affetmeyecekti.
Bu nedenle Palme, sonradan Andersson’u kabinesine ekleyince birçok kişi nedenini doğal olarak merak etti. Oysa ki sebebi basitti. Palme onu elbette istemeyip reddedebilirdi ama pratikte bu pek mümkün değildi. Andersson çok güçlüydü ve partinin eski tüfekleri üstündeki etkisi de büyüktü; ayrıca bir işçi çocuğuydu. Baltık’ın soylularıyla doğrudan ilişkisi olan, ailesinde ordudan subaylar bulunan (aslında kendisi de bir yedek subaydı) ve İsveç sosyetesine mensup bir aileden gelen Palme gibi değildi. Palme’nin parti tabanından desteği yoktu. Olof Palme içinde büyüdüğü tabakaya sırtını dönerek saf değiştirmiş ve Sosyal Demokratlara olan bağlılığı su götürmeyen bir kişiydi, her şeye rağmen yine de dışarıdan gelen birisi olarak partiye giren siyasi bir göçmenden farksızdı.
Palme artık öfkesini gizlemiyordu. Başbakanlık ofisindeki kanepede kamburunu çıkarmış oturan Sven Andersson’un yüzüne bakmak için döndü. Kendi yüzü kıpkırmızıydı ve kolları sinirlendiği zaman hep olduğu gibi garip bir şekilde seğiriyordu.
“Hiç kanıt yok!” diye gürledi. “Sadece vefasız bir grup deniz subayının iddiaları, imaları, kaş göz işaretleri, hepsi o kadar! Bu araştırma hiçbir şeyi aydınlatmamış! Tam aksine bizi siyasi bir bataklığın ortasında savunmasız bırakıyor!”
Bundan iki yıl önce, 28 Ekim 1981 gününün erken saatlerinde, bir Sovyet denizaltısı Karlskrona açıklarında Gåsefjärden Koyu’nda karaya oturmuştu. Bu körfez İsveç karasuları içinde yer almakla birlikte aynı zamanda yasak askerî bölgeydi. Denizaltı U-137 tipiydi ve kaptanı, Anatoli Michailovitch Gushchin, cayro-pusulasında oluşan ve nedeni bilinmeyen bir arıza yüzünden denizaltısının rotasından çıktığını iddia etmişti. İsveç Deniz Kuvvetleri ile balıkçılar, adacıklarla dolu bir denizde karaya oturmadan kıyıya bu kadar yaklaşmaya, ancak sarhoş bir denizcinin cesaret edebileceğinde hemfikirdiler.
6 Kasım’da U-137, sıkıştığı yerden kurtarılıp uluslararası sulara kovalanmış ve gözden kaybolmuştu. O zamanlar İsveç karasularında gezinen bu geminin bir Rus denizaltısı olduğundan şüphe duyulmamıştı. Fakat bunun, İsveç karasularını ihlal edildiği bilinerek kasten mi yapıldığı, yoksa görev başında bir sarhoşluk hikâyesi mi olduğu asla anlaşılamamıştı. Amirallerinin görev başında sarhoş olduğunu, saygınlığı korumak isteyen hiçbir deniz kuvvetleri kabul etmezdi tabii ki; dolayısıyla onların olayı yadsıyışları kaptanın gerçekten de sarhoş olduğu şeklinde yorumlanmıştı. Evet ama, kanıtları neredeydi?
Eski Savunma Bakanı Andersson’un kendini savunmak için ne dediğini ve yürüttüğü bu araştırmayla ilgili neler söylediğini kimse bilmiyor. Hiçbir kayıt tutulmamış; ve Olof Palme bu olayın bir yıl kadar sonrasında suikaste uğruyor; bunun da ardında bir şahit yok.
İşte bu yüzden her şey bir öfke kriziyle başladı. Bu, politik gerçeklerin hikâyesidir; bu, doğrularla yalanların birbirinden ayırt edilemediği, hiçbir şeyin açıkça belirgin olmadığı bataklık sularda yapılan bir yolculuğun hikâyesidir.
1. BÖLÜM
Bataklıkların İşgali
1
Kurt Wallander, elli beşinci doğum gününü kutladığı yıl çoktandır yapmayı arzuladığı bir hayalini gerçekleştirmişti: On beş yıl önce Mona’dan boşandığı günden bu yana, duvarlarında bir sürü kötü anının yapışıp kaldığı Maria Caddesi’ndeki apartman dairesinden çıkıp, şehir dışına doğayla baş başa olacağı bir yere taşınmak. Ne zaman yıpratıcı, gergin geçen bir iş gününün ardından akşam eve gelse, bu daire ona bir zamanlar burada ailesiyle birlikte yaşamış olduğunu hatırlatıyordu. Eşi kendisini terk ettiği için eşyalar bile sanki suçlayan gözlerle bakar gibiydi.
Wallander kendine bakamayacak yaşlara gelene dek orada