Steve Taylor

Çöküş


Скачать книгу

olduğumuz şizofrenik bir kabusla geçti. Eğer bu uyanışa ufak da olsa bir katkım olabilirse ne mutlu bana.

      I. Bölüm

      Çöküş’ün Tarihi

      1

      İnsanların Derdi Ne?

      EĞER DÜNYA DIŞI varlıklar insanlık tarihinin son birkaç binyılını gözlemlemişse, insanoğlunun korkutucu boyutlarda yanlış giden bilimsel bir deneyin ürünü olduğu sonucuna varmış olabilirler. Belki de diğer dünya dışı varlıkların, müthiş bir zekâya ve yaratıcılığa sahip bir varlık yaratabilmek adına yaptıkları deneyler için gezegenimizi seçtiğini düşünmüşlerdir. Sonunda bu varlığı yaratmış da olabilirler -ama belki de kullandıkları kimyasalların ölçüsünü tam olarak ayarlayamadılar ya da tam deneyin ortasında bazı araç gereçleri bozuldu ve ortaya muhteşem bir zekâ ve yaratıcılığa sahip bir yaratık çıkmış olsa da bu yaratık aynı zamanda canavarlaştı ve kusurları yeteneklerini aştı.

      Bir sayfayı çizgiyle ortadan ikiye ayırıp bir tarafa insan ırkının başarılarını öbür tarafa da hatalarını yazdığımızı düşünün. Çizelgenin artı tarafında bizi dünya tarihinin en başarılı türü yapan bilimsel ve teknolojik gelişmeler olurdu; örneğin modern tıbbın insan ömrünü iki katına çıkarma, bebek ölümlerini büyük ölçüde azaltma, atalarımız için hayatı çekilmez kılan rahatsızlıkları (diş ağrısı, sağırlık ve görme bozuklukları gibi) ve hastalıkları (çiçek hastalığı ve verem gibi) kontrol altına almada epey ilerlemiş olması. Ardından, mühendislik ve yapı harikalarımız gelirdi; yüz katlı binalar, uçaklar, uzay mekikleri, deniz altındaki tüneller. Ve tabii evrenin fiziksel kurallarını, yaşamın evrimini, canlıların kimyevi ve maddenin fiziki yapısını anlamamızı sağlayan modern bilimin inanılmaz gelişimi.

      Çizelgenin artı tarafında insan yaratıcılığının ortaya koyduğu muhteşem eserler de olurdu. Mahler ve Beethoven’ın senfonileri, Beatles ve Bob Dylan’ın şarkıları, Dostoyevski ve D. H. Lawrence’ın romanları, Wordsworth ve Keats’in şiirleri, van Gogh’un resimleri -tüm bunlar en az binalar ya da bilimsel keşifler kadar, hatta belki de daha fazla etkileyiciler. Ünlü filozof ve psikologların, kendi ruhsal dünyamızı ve bilinç sahibi canlılar olarak karşı karşıya kaldığımız zorlukları anlamamızı sağlayan bilgelik ve içgörüsünü de unutmamalıyız.

      Eğer bazı bilim insanlarının inandığı gibi, yaşamın -tüm canlılar için- asıl amacı hayatta kalmak ve neslini sürdürmekse, insan ırkı bu konuda da oldukça başarılı oldu. DNA çalışmaları bugün hayatta olan tüm insanların 125 bin yıl önce Afrika’dan ayrılan yüz ila bin kişilik bir gruptan ürediğini gösteriyor. Yani sadece 125 bin yıl içinde bu insanların sayısı 5 milyara ulaştı.

      Fakat bir alanda yaşanan müthiş gelişmelerin, başka bir alanda yaşanan çeşitli olumsuzluklarla dengelenmesi doğanın bir kanunu gibi gözüküyor. Büyük yetenekler her zaman beraberinde çeşitli kusurları da getiriyor. Üstün kabiliyetli olmanın bedelini akıl sağlıklarını yitirerek, depresyon ve asosyallikle ödemek zorunda kalan van Gogh ya da Beethoven gibi yaratıcı sanatçıları düşünün. Ya da ayakkabılarını bağlamayı veya torunlarının ismini unutan bilim adamı tiplemesini. Dehanın her zaman bir bedeli varmış gibi gözüküyor.

      Fakat bu kanunun en iyi tasviri tek tek bireyler üzerinden değil, bir bütün olarak insan ırkının tamamı üzerinden yapılabilir; çünkü genel olarak insan ırkının başarıları yıkıcı ve boğucu bir karanlıkla dengelenir.

İnsanlık Tarihinin Karanlık Yüzü – Savaşlar

      İnsan ırkı dünya tarihinin en başarılı olduğu kadar en yıkıcı ve vahşi türüdür de. Son beş bin yılın herhangi bir dönemi hakkında, tarihçi Arnold Toynbee’nin “insan ilişkilerinde su yüzüne çıkan korkunç günah”1 dediği şey karşısında dehşete düşmeden bir tarih kitabı okumak mümkün değil. Birçok tarihçi, tarihin başlangıcı olarak yaklaşık MÖ 3500 yılında ortaya çıkan Mısır ve Sümer uygarlıklarını kabul eder. Tarih, o günden bugüne aralıksız bir şekilde devam etmiş bitip tükenmeyen bir savaşlar kataloğundan başka şeye benzemiyor: sınır mücadeleleri, köle ya da kurban olarak insan toplamak amacıyla yapılan akınlar, yeni toprak elde etmek ya da devletin gücünü arttırmak için yapılan işgaller. Aslında savaşmak için ortada görünen bu sebepler çok da önemli değil; çünkü asıl neden insanların çatışmak için duyduğu ihtiyaç.

      Bazı hormonlar (erkeklerdeki yüksek testosteron ya da düşük serotonin seviyesi gibi) ya da kaynakları ele geçirmek için başkalarıyla rekabet etmemizi sağlayan ve her şeyin ötesindeki amacı hayatta kalmak olan “bencil genler” önerilerek bazen savaşın “doğal” olduğu söyleniyor. Ancak bu görüşle çelişen iki önemli gerçek var.

      Birincisi, savaş diğer hayvanların kesinlikle bilmediği bir olgu. Goriller ve şempanzeler gibi saldırgan davranışlar sergileyen bazı primatlar var, ancak saldırganlıkları kesinlikle insanın savaş tutkusuyla kıyaslanamaz. Onlar bu davranışları, sadece doğal yaşam alanları tehdit edildiğinde sergiliyorlar. Tanzanya’nın Gombe bölgesindeki şempanzeleri inceleyen primatolog Jane Goodall’un vardığı sonuç bu. Araştırmanın hipotezi -içinde insanların da bulunduğu- erkek primatların genetik olarak vahşi ve tehlikeli olduğuydu. Hatta Goodall buna, “şeytani erkek” hipotezi adını vermişti.2 Ancak artık Gombe’deki şempanzelerin uyguladığı şiddetin insanlığın yol açtığı toplumsal ve ekolojik sorunlar nedeniyle ortaya çıktığı kesinleşti. Margaret Power’ın The Egalitarians (Eşitlikçiler) kitabında da savunduğu gibi Goodall’un yaptığı ilk çalışmalar şempanzelerin şiddetten uzak durduğunu göstermişti.3 Sadece beslenme alışkanlıkları bozulduktan sonra saldırganlaşmaya başlamışlardı. Son zamanlarda yapılan ve şempanzeleri kendi doğal ortamlarında inceleyen çalışmalar da onların son derece barışsever olduğunu gösteriyor.4 Psikolog Erich Fromm’un da dediği gibi, “Eğer insan türünün ‘içkin’ saldırganlığı doğal ortamlarında yaşayan şempanzelerinki kadar olsaydı barış dolu bir dünyada yaşıyor olurduk.”5

      Hatta diğer türler primatlardan çok daha barışsever. Elbette birçok hayvan yemek için diğer türleri öldürüyor. Ancak J. M. G. van der Dennen’ın The Origin of War (Savaşın Kökeni) kitabında da belirttiği gibi bunun dışında “hayvanlar aleminde soykırım, savaş, katliam, zalimlik ve sadizm gibi kavramlar kesinlikle yok.”6 Avlanmak ve ara sıra başkalarının yavrularını öldürmek hariç, hayvanlar arasında gözlemlenen tek şiddet biçimi van der Dennen’in “bireyler arası törensel kavgacı davranış” dediği üstünlük kurma ve çiftleşme adına gösterilen grup içi saldırganlık. Ancak bu durumlarda bile hayvanlar çoğunlukla gerçek bir kavgaya girmiyor. Tam aksine çatışmadan kaçınmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Glenn Weisfeld’in de dikkat çektiği gibi, “Hayvan genellikle ilk önce tıslayarak, bağırarak ya da dişlerini göstererek rakiplerini tehdit eder. Saldırıya ise son çare olarak başvurur.”7 Hatta kavga etse bile sonunda teslim olduğunu gösteren çeşitli işaretler verir (köpeğin yerde yuvarlanması gibi). Böylece öldürmeye gerek kalmadan kavga bir anda sona erer. İnsan, öldürmenin önüne geçen içgüdülere sahip olmayan nadir türlerden biri. Diğer gruplara karşı topluca saldırganlık gösteren ve onları fethetmeye çalışan ise tek tür. Erich Fromm’un sözleriyle -sadece hayatta kalma güdüleri tehdit algıladığında ortaya çıkan ve nadiren tehdidin ve uyarıcı sinyallerin