Mehmet Rauf

Yara


Скачать книгу

ARA

      Heybeliada’da arka tarafı sık ve koyu gölgeli çam ormanıyla kaplanmış, ön tarafı geniş bir taraşla1 denize ve Anadolu kıyılarına bakan bir köşk. Köşkün yüksek camlı kapısı dört beş ayak merdivenle taraşa iniyor. Bir tarafta sarmaşık gülleri sarılmış bir çardak gölgesine boğulmuş taraşta hasır bir masa, bir hasır şezlong, bir koltuk, iki sandalye, bir balansuvar. Bir kenarda iki kısa ağaca takılmış bir hamak. Koltuklarda, hamakta, şezlongda karışık renklerle ipekli yastıklar. Bir haziran sabahı. Ağaçların arasında güneş dalgaları, hava pek durgundur.

      Önce, dış kapının açılıp kapanırken çıkardığı zil sesi, çıngırak sesi işitilir. O anda köşkün camlı kapısı açılıp, elinde bir toz tüyle hizmetçi Şadan görünür. Kimin geldiğini anlamak için eğilip kapıya doğru bakar.

      Şadan: (iki adım inerek) Buyurun beyefendi… Buyurun efendim.

      Doktor Sabih Bey: (kırk yaşlarında, alnı derin bir ihtiras bulutuyla haledar2, eldivenlerini çıkarmaya çalışır, ayakta) Küçük hanım nasıl Şadan? İnşallah iyi ya…

      Şadan: Evet efendim… İyidir…

      Sabih: Bugün derece nasıl acaba?

      Şadan: Dün akşam otuz altıya sekizdi.

      Sabih: Oh oh… (Elindeki gül demetini masaya bırakır.)

      Şadan: Küçük hanım daha kahvaltı ediyor… Hanımefendiye haber vereyim de. (Çıkar.)

      Saniha: (girerek) Hoş geldiniz. (Saniha, otuz altı yaşında boylu boslu, vücudu olgun, şiir dolu, aynı zamanda derin bakışlarında küskünlük dalgaları dalgalanıp duran bir kadındır.)

      Sabih: Hoş buldum. Şadan’dan derecenin dün akşam otuz altıya sekiz olduğunu haber aldım. Ne iyi, ne kadar iyi, değil mi?

      Saniha: Artık ne kadar sevindiğimi bilemezsiniz.

      Sabih: Size söyledim ya efendim, zaten bir şey yoktu, ben yüzde beş bir ihtimal üzerine vücudu kuvvetli bulundurmak istedim, işte bakınız derecemiz… Bir haftadır değişmiyor.

      Saniha: Demek artık…

      Sabih: Evet, emin olabilirsiniz… Sizden benden bir farkı yok… Hatta belki daha sağlamdır… Çünkü bizde belki uzun müddettir muayene edilmemekten belli olmayan gizli, bilinmeyen sakatlıklar vardır… Hâlbuki Leyla Hanım dört aydır çok fennî bir tedavi altında yaşadığı için…

      Saniha: Lütfunuz sayesinde…

      Sabih: İnayet buyurunuz…

      Saniha: Hayır. Herkese her yerde söylüyorum ya… Size nasıl minnettar olduğumu bir türlü anlatamam. Eğer siz olmasaydınız ihtimal bugün yaslı bir ana olurdum…

      Sabih: Tanrı esirgesin! Niçin efendim? Hastalıklarda keramet hiçbir vakit doktorda değildir; asıl vücuttadır. Vücut kuvvetli olur, sağlık gelir, kerameti doktora yüklerler; bu haksızdır. Nitekim vücut dayanıksız ve zayıf olduğu için bir felaket olunca, gene doktorun bir suçu yoktur.

      Saniha: Aman beyefendi! Sizinki doktorluğu geçti de bir baba iyiliği oldu.

      Sabih: Tanrı korusun! Bence doktorluk asıl budur. Hastasına pek yakından bağlanmayan, soğuk soğuk muayene ederek gelişigüzel bir kâğıt karalayıp giden adam doktor değil, olsa olsa, bir reçete tüccarıdır. Doktor hastasını ilaçlarından ziyade duruşuyla, sözüyle, tatlı diliyle tedavi etmelidir.

      Saniha: (çiçeklere bakıp) Hatta demetleriyle… Değil mi?

      Sabih: Evet, elbette… Çiçeklerin hastalar, hele genç kızlar üzerinde ne şifa verici bir tesiri olduğunu pek bilmezsiniz, hanımefendi… Bazı defa bir tek çiçek, en kuvvetli ilaçlardan daha etkilidir.

      Saniha: (demeti alıp koklayarak) Aman ne güzel güller! Leyla çıldıracaktır. O daha kahvaltı ile uğraşıyor. Bu sabah biraz geç kaldı. (Tekrar kapının zili; eğilip bakar.) A, Necmi geldi. (Doktor da dönmüş gelen adama bakmıştı.) Kendisini tanıyorsunuz değil mi? Dayızadem…

      Sabih: Evet, burada görüşmüştük.

      Saniha: (Necmi’ye dönerek) Hoş geldin Necmi! (Erkekler selamlaşırlar. Necmi güzel eldivenli, çok şık bir gençtir.)

      Necmi: (eldivenlerini çıkarırken) Bugün yine pek çok sıcak olacak…

      Sabih: Ey, mevsimi…

      Necmi: Yani, hiç iş zamanı değil… İnsan uzanıp oturmalı… Hatta öyle bile rahat mümkün değil… Nefes almak kabil değil ki… Bir fırın… Bir ocak… (oturarak) Hoş hamdolsun benden iş isteyen, iş bekleyen de yok ya.

      Sabih: Doğru geçen de söylüyordunuz… Bir memuriyet işi vardı…

      Necmi: Ha, evet… Müsteşar Bey’in kuru bir sözü herkes yanında pek kuvvetli bir teminat iken bana namusu üzerine de söz vermişti… Ben talihimi bildiğim için, işin nasıl olup da bozulacağını merak ediyordum… Fakat bu pek sade oldu… Yani herkese karşı sözünün eri olan Müsteşar Bey bana karşı sözünü tutmadı. Hem bunun için ne yaptı bilir misiniz? (onların sorgulayan tavırlarına) Oldu… Yani dört senedir, kuvvetli iltimaslara, pek büyük dostluklara, güler yüzlere rağmen bir memuriyet bulunamadı.

      Saniha: Ama sen de hep yüksek makamlara göz dikiyorsun…

      Necmi: Elbette… Ufak bir memuriyete ihtiyacım da yok ya! Bunu bir süs, bir pastan olsun diye istiyorum… İş bulmakta becerikli değilim ama para bulmak hususunda ustayım…

      Saniha: Evet ama borç…

      Necmi: Elbette borç… Hem borç kelimesini söylerken fena bir şeyden konuşur gibi söylüyorsun. Borcun niçin fena olduğunu ben hiç anlamıyorum. Para bulmak mutlaka ticaretle yahut aylıkla mı olur? Tüccar mal satar, para kazanır, memur işine gider, maaş alır. Ben tüccar veya memur olmadığım için ben de borç yapıyorum. Borç etmek, para bulmanın başka bir yoludur. (Saniha ve Sabih gülerler.) Hem bir memurun çalışmayarak, hak etmeyerek aldığı bir maaş yahut ihtikârla3 veya aldatarak mal satan bir tüccarın kârı borçtan iyi midir?

      Sabih: (Saniha’ya bakar ve güler.) Vakıa…

      Necmi: Hem ödünç para almak memuriyetten ve ticaretten daha değerli bir işgüzarlıktır. Tüccarın sermayesi, memurun işi var, ödünç para alanın ise hiçbir şeyi yoktur; ahmak bir tüccar, iş bilmez bir memur, yine para kazanır, yine maaş alır, hâlbuki ahmak bir müstakriz4 beş para bulamaz, yani borçlanmak zekâ sarf ederek para bulmaktır ki en doğru bir yoldur zannederim… Asıl beceriklilik benim yaptığım gibi sermayesiz, işsiz, lort gibi gezmek, prensler gibi yaşamaktadır.

      Saniha: Acaba ne kadar borcun var, hiç merak edip hesap ettin mi?

      Necmi: Ürkmemek için henüz yekûnunu çıkarmadım. Ne vakit hepsini birden verecek kadar para bulursam o vakit toplayacağım.

      Saniha: Hepsini birden mi? Öyle ise beklesinler zavallılar. Bu kadar borcu birden vermek için ya birinci ikramiye ya da büyük bir miras ister.

      Necmi: Elbette. Piyango bilmem ama miras ümidi… Malum ya, Atiye hala… Ha, Sahih, evvelsi gün Sarıyer’e gitmiştim. (ayağa kalkar.)

      Saniha: Tabii hatır sormak için değil ya… Yine birkaç banknot koparmak için…

      Necmi: Fakat zavallı pek hasta idi.

      Saniha: Aman ne söylüyorsun! Ne olmuş?

      Necmi: Yatağında kendini kaybetmiş, bir kalıp gibi yatıyordu… Evin içi tam bir hastane. Doktorlar giriyor, çıkıyor, hasta bakıcılar, hizmetçiler sersem, ev karmakarışık bir hâlde…

      Saniha: Ah, vah vah teyzeciğim!

      Necmi: Hatta doktorun birisi büyük bir tehlike olduğunu benden saklamadı… (Köşkün kapısı açılır, Leyla görünür; beyaz bir sabahlıkladır, başında beyaz kurdele vardır.)

      Saniha: (telaşla Necmi’ye) Aman Leyla duymasın Necmi!

      Leyla: (Sabiha koşup elini uzatarak) Ah affedersiniz Doktor Bey,