Yerini başka tür güldürülere, eğlencelere bırakmış olan “Karagöz”, millî Türk oyunlarından biridir. Eskiden, en büyük evlerden, hatta saraylardan, en küçük evlere kadar hemen hemen her yerde bilinir, seyredilir; oyunda geçen ince anlamlı, zarif ve şakalı sözlere gülünürdü. Karagöz’ü, diğer eğlence türlerinden ayıran en önemli özellik de hem güldürmesi hem de düşündürmesi idi.
GÖLGE OYUNLARI HAKKINDA BİLDİKLERİMİZ
Milattan önce Çin’de icat olunmuştur. O devirlerde cam olmadığı için, pencerelere kâğıt yapıştırılırmış; geceleri, odadakilerin gölgeleri sokaktan görülürmüş. O devrin sanatkârları, bu durumdan ilham alarak “Çin Gölgeleri” denilen oyunu icat etmişler.
Oyunun doğuşu hakkında şu hikâye anlatılır: M.Ö. 121’de, Çin İmparatoru Wu’nun çok sevdiği eşi ölmüş. İmparator çok üzülüyormuş, onu avutmak da bir türlü mümkün olmuyormuş. İmparatorunu, içine düştüğü bu acılardan kurtarmak isteyen sanatkârlardan biri; onun huzurunda büyükçe bir perde germiş, arkasına da ışık yakmış ve saraydaki kadınlardan birini, bu perdenin arkasından göstermiş. İmparator, gördüğü gölgenin eşinin hayali olduğunu sanmış ve böylelikle de avunur olmuş.
Gölge oyunu, daha sonra Moğollara, onlardan da Orta Asya Türklerine, göçler sonucu da Anadolu’ya geçmiştir.
13. ve 14. yüzyıllarda Türkler, gölge oyununa kolkorçak (Hayal/Gölge) derlermiş. Daha sonraları; zıll-i hayal, hayali zıll, tayfü’l-hayal, lu’b-i si-târe, şebbabazi, hayalbazî ve Karagöz denilmiştir.
Başka bir görüş: Yavuz Sultan Selim, 1517’de Mısır’da bir gölge oyunu seyretmiş; çok beğenmiş ve dönüşünde de oyunu oynatan sanatkârı İstanbul’a getirmiş.
Karagöz oyunundan bahseden ilk belge Kanunî Sultan Süleyman devrine aittir. 1530 yazında yapılan bir sünnet düğününden söz eden bu belgede; düğünün 12, 13 ve 14’üncü günlerinde maskaraların, hokkabazların, hayalcilerin halkı eğlendirdiği yazılıdır.
Sultan I. Ahmed devrine ait bir belgede, Kör Hasanoğlu Mehmed Çelebi adlı bir hayalcinin (Karagözcünün) oyunda yenilikler yaptığı; Sultan IV. Murad zamanına ait bir belgede de Karagöz oyununun saray eğlenceleri arasına girdiği yazılıdır.
Karagöz’ün en yaygın olduğu devir, III. Selim ile onu takip eden padişahların zamanlarıdır. III. Selim devrinde Hafız Efendi, II. Mahmud devrinde Said Bey, Abdülaziz devrinde Bedestenli Rıza Efendi, I. Abdülhamid devrinde Serçe Mahmud ve II. Abdülhamid devrinin son yıllarında Enderunlu Nazif Bey, Kâtip Salih Efendi ve Hayali Memduh adlı sanatkârlar zamanlarının en iyi sanatkârlarıydı.
Bu devirlerde, Kâtip Salih Efendi ile Bedestenli Rıza Efendi arasındaki mücadele dikkat çekicidir:
Kâtip Salih Efendi; Karagöz perdesini bir tiyatro sahnesine benzetmek istiyordu. Bunu sağlamak için de perde içinde perde açıyor, dekorlar kuruyor, şarkılar söylüyor, tasvirlere dans ettiriyordu. Avrupa piyeslerinden ilham alarak Karagöz’ü modernleştirmek istiyordu.
Bedestenli Rıza Efendi ise Karagöz’ü geleneksel şekliyle oynatmakta ısrar ediyordu.
Osmanlı döneminde Karagöz oynatanlar, hükûmetin denetiminde faaliyet gösteren bir teşkilata bağlanmıştı. Teşkilatın başında bir “Kâhya” ile bir “ Yiğitbaşı” bulunurdu. Sanatkârların en kıdemlisi “Kâhya” seçilir ve görevi belediye tarafından onaylanırdı. Karagöz oynatmak isteyenlerin, bu kâhyadan tezkere (İzin Belgesi) almaları gerekirdi.
İmparatorluğun son dönemlerinde Karagözcüler, İstanbul Tahtakale’de bulunan Kadıhan’da toplanırlardı. Bu han yandıktan sonra, yine aynı semtteki Baltacıhanı karşısında bulunan büyük kahvehanede toplanır olmuşlardı. Daha sonraları da Ketencilerkapısı’ndaki Bahçeli Kahve’yi merkez edinmişlerdi.
Herkes Karagöz oynatabilir miydi?
Hayır, önce bir “Çıraklık” dönemi geçirmek gerekirdi. Çırak; oyun sırasında Usta’nın yanında bulunur, tasvirlerin nasıl yönetildiğini öğrenir, konuşmalardaki özellikleri kavrar, kısacası, sanatın bütün özelliklerini öğrenirdi. Ustası, onun yetiştiğine kanaat getirdikten sonra da bütün ustalar ve diğer çıraklar huzurunda, istenilen oyunu oynatmak suretiyle imtihan edilir, başarırsa “Usta” sıfatını alır, Karagöz oynatmasına izin verilirdi. İmtihanı kazanamayanlar ise Karagözcü (Hayalci) olamazlardı.
KARAGÖZ ile HACİVAT KİMLERDİR?
Bu konuda çeşitli söylentiler vardır. Hiçbiri birbirini tutmamaktadır. Ancak bir de “Karagöz oyunu” diye bir gerçek vardır. Şimdi onlar hakkında yazılanlardan birkaçını aktaralım:
Orhan Gazi, Bursa’da Orhan Camii (1339)’ni [Başka bir görüşe göre, Yıldırım Bayezid, Bursa’da Ulucami’yi (1396 -1400)] yaptırırken; Karagöz, inşaatın demircisi, Hacivat ise işçibaşı imiş. Cami inşaatı devam ederken tanışmışlar; dostlukları ilerleyince de işi gücü bırakıp gevezeliğe başlamışlar. Onların bitip tükenmek bilmeyen; güldürücü olduğu kadar, düşündürücü de olan sohbetleri, inşaatta çalışan diğer işçileri de işlerinden alıkoymuş. Bu durumu, bir teftiş sırasında gören Sultan, ikisini de idam ettirmiş. Hacivat, caminin mihrap tarafındaki bir çukura, Karagöz ise Çekirge yolu üzerindeki bir mezara gömülmüş. Ancak, halk onları unutmamış, hikâyeleri dillerde dolaşmaya başlamış. Sultan da onları idam ettirdiğine çok pişman olmuş. Bu sıralarda, Şeyh Mehmed Küşteri adlı muhterem bir zat, onların tasvirlerini yapmış, hayallerini, kurduğu perdeye yansıtmış. Böylelikle de Karagöz oyunu doğmuş.
Bu söylentinin tarihi bir dayanağı yoktur. Ayrıca, cami yaptırmak gibi bir hayır işinde, sultanın adam öldürtmesi düşünülemez.
Şu hikâye de anlatılır: Karagöz’e, idam emri iletilince:
“Adaaam, sen de!” demiş; sol eliyle sakalını tutmuş, sağ elini de aşağı yukarı sallamıştır. İşte bunun içindir ki, Karagöz’ün tasvirdeki şekli, oyunda seyrettiğimiz gibi yapılmıştır.
Hacivat da idam emrini duyunca:
“Taş üstünde taş kalmasın!” diyerek, yumruklarını birbirine vurmuştur. İşte bunun içindir ki, Hacivat’ın tasvirdeki şekli, oyunda seyrettiğimiz gibi yapılmıştır.
Çok anlatılan bir hikâye daha vardır: Şeyh Küşterî, devrin tanınmış mutasavvıflarındanmış. Bir gün, öğrencilerine ders anlatırken içlerinden birkaçı:
“Şeyhim! Şu âlemde insanoğlu vücudundan (var olma, varlık) bir şeyler öğretmez misiniz?” demişler. Bunun üzerine Şeyh Efendi:
“Eyvallah.” demiş; sonra da başındaki sarığı çıkarmış, bir köşeye dört ucundan germiş. Sonra:
“İşte bu, Dünya’ya örnektir.” demiş.
Sonra, sarığından yaptığı perdenin arkasında bir ışık yakmış ve elini perdeye dayamış. Elinin gölgesini işaretle:
“Bu da insanoğludur. Yanan ışık ruhtur. Bu ruh, insanların içinde var oldukça, bu dünyada gezer dururlar.” demiş.
Ardından ışığı söndürmüş ve ilave etmiş:
“Işık sönünce beden de kaybolur, yalnız perde, yani bu dünya kalır!”
Bu hikâyede anlatılan felsefi görüş, aşağıdaki Perde Gazeli’nde de görülür:
Gösterir yüz bin hayal âlemde suret perdesi,
Şem’i siyretle zıyâlandıkça hikmet perdesi.
Bu iki mısrada anlatılmak istenen de şudur: Dünya hayatındaki bütün işler, şeyler; gelip geçen birer gölgeden, gelip geçici şeylerden başka bir şey değildir.
Başka bir söylentiye göre Karagöz, Osmanoğullarından önce yaşamış, Kırkkilise (Kırklareli)li bir zatmış. Adı, Sofyozlu Ahmed Bâlî Çelebi imiş. Mesleği ise Bizans’ın postacılığı imiş. Yılda bir kere, Kostantin’in mektuplarını, Konya Selçuklu Hükümdarı Alâeddin Keykubat’a götürürmüş…
Hacivat ise Bursalı Efeoğulları sülalesindenmiş. Zağar denilen iyi cins köpekleri yetiştirirmiş. Yorkça Halil diye de tanınırmış. Sık sık hacca gittiği için kendisine “Hacı İvaz/Hacı İvad” da denilirmiş.
Karagöz