Анонимный автор

Hayyam'ın Konukları Matematik ve Şiir


Скачать книгу

eşiği, daha başlangıç! İyi halin görüldükçe daha geniş köşeler açılacak ufukta! Kademe kademe, yavaş yavaş!” dedi.

      Hasan Sabbah, Pervin’e tamamen inandığından değil lakin vücut kimyasındaki değişiklikten dolayı şaşkındı.

      “Renkler katmer katmer! Her şey canlı!” diye kekeledi.

      İran’ın, Turan’ın en kıvrak melodileri Elbruz dağlarından esen serin rüzgarla çalkalanıp kalplere doluyor, allı turnaların aşk mevsimi peşrevlerine benzer bir zarafetle rakkaseler dönüyor, parmaklarında ziller, ayaklarında halhallar, bileklerindeki altın halkalar en şuh çınlamalarla bu müstesna şölene eşlik ediyordu.

      Beyaz ayak bilekleri üstünde uçuşan tüller arasından kıvrak bedenler, çiğ düşmüş tenler, kuğu boyunlar hayal gibi görünüyordu. Semerkant, Fergana vazolarının kulpları gibi ince kolların ucunda belli belirsiz hissedilen pembe parmaklar, dalga dalga ritimle yükseldikleri göklerin derinliklerindeki yıldızlardan yalnızca hissedebilenlere has olan şiir ve aşkı, şevkle sağıyordu.

      Tenler gümüş, dudaklar altın, gerdanlar fil dişindendi. Rakkaseler döndükçe ince ipek şallarından savrulan hoş kokuları yüklenen serin rüzgar kalplerde uğulduyor, başları döndürüyordu.

      Sabbah, imbikten bizzat süzmüştü ilk gençliğinde Tibet geyiğinin misk keselerinden elde edilen miski ve amber balığının karnından elde edilen amberi… Şimdi bütün hayatı bu tesirle birlikte sahne sahne açılan ufuklarda canlanıyordu.

      “Cennette olduğun için mutlu değil misin?” diye soran Pervin’in yüzünde sahte bir hüzün vardı.

      Sabbah ‘Yerimden bir kalksam ben sorarım sana!’ der gibi baktı. Gücünü iyice topladıktan sonra kalktı. Sendeledi fakat düşmedi. Kül yutmaz olduğunu yeniden göstermek gayretiyle doldu.

      “Ağaçlara meyve yapıştırmakla olmuyor!” dedi.

      “Nerede billur gibi sular, akikten merdivenler, altın gibi köşkler, zümrüt gibi bağlar, gümüşten geceler?” dedi.

      Bunları söylerken duvarlar fildişine, gölgeler altına, sular billura, ay ışığı gümüşe dönüşüyordu. Yürüdü. Duvardaki nişin içinde duran birinci heykele tutundu. Heykel soğuk ve duygusuzdu. Duvar, bildiği duvarlardan olmalıydı. Birkaç adım daha attı. İkinci nişin önüne gelmişti.

      Gizlice seyrettiği sahn-ı cennette; şaşkın, sarsak dolaşan Sabbah’ın haline gülmeye hazırlanan Hayyam’ın aklı başından gitti. Sılahan, Sabbah’ın yanıbaşındaydı ve her an tatsız bir şey olabilirdi. Halbuki Hayyam, Sıla’yı oraya kısa bir süre için, kendisi seyretmek üzere dikmişti. Diğer heykelle çok hoş bir simetri oluşturduğunu görüp süreyi uzatmıştı. Aynı gün ikinci haksızlığa uğrayan Sılahan artık ne dese haklıydı. Hayyam, bu korkulu düşüncelerle dikkat kesildi.

      Sabbah, birinci heykelden uzaklaştı. İkinci heykele, yani üç eteği ile heykel sükutuyla taş kesilmiş duran Sıla’ya yönelmek gibi bir fikre sahip olduğuna dair en küçük bir belirti bile yoktu. Fakat sendeledi. Geri geri gidip Sıla’nın yanı başında durabildi. O sırada olan oldu. Oracıkta put gibi durmaktan zaten yeterince sıkılmış olan Sıla, bu tuhaf adamın bu derece yaklaşmasından rahatsız oldu. Önce duruşunu bozdu. Sabbah, hareketi fark edip döndü. Sılahan’a yuvasından oynamış dehşetli gözlerle baktı. Etekleri o zaman dikkatini çekti. Sılahan ilk adımını attığında Sabbah, hayatının geriye doğru en çevik sıçrayışını yaptı. Artık Sabbah bir saniye önceki Sabbah değildi. Aklı başından gitmiş, daha doğrusu başka bir boyuta geçmişti.

      Sılahan yürüyüp gitti servi revan gibi. Sabbah’ın gözlerinde yürüyen; akıcı, etkileyici yürüyen bir heykeldi. Sabbah, biraz önce incelediği, soğukluğundan ürperdiği heykeli durdurmak için hamle yapacaktı ki Pervin’in gülümseyen yüzü araya girdi.

      Şaşkındı Sabbah. Ağzı, damağı kurumuştu. Büyüye inanmazdı. Bu içinde bulunduğu halin ne olduğunu çözemeyeceğini sezerek Pervin’e döndü.

      “Nasıl olduğunu bilmiyorum ama heykel yürüyüp gitti!” dedi.

      Pervin, neşe içinde kıkır kıkır güldü.

      “O da bir şey mi? Kanatlarımız oluşuyor, uçuyoruz bazen!” dedi.

      Ne kadar da güzel görünüyordu! Etten kemikten değil de pembe beyaz güllerden yapılmış gibiydi cildi. Sesi ve şuh kahkahaları çın çın geliyordu Sabbah’ın kulaklarına… İşte bu anda Sabbah artık şüphelerinden tamamen arınmış başka kanunlara tabi yeni bir âlemin hava tabakasında, hatta deniz dibinde olduğuna emin hale gelmişti.

      V

      Nevruz’un incisi çiğ, gülün teninde ne hoş!

      Taze çimende, gönlü ışıtan yüzün ne hoş!

      Aşkın baharında, hoş değil kıştan söz açmak!

      Kara kış say, boş say, dünü; bak bugün ne hoş!

      Öfkeden burnundan soluyarak cennet sahnesini terk eden Sılahan, aniden karşısına çıkan Hayyam’a edebinden dolayı tek söz etmedi. Fakat bakışlarında bir şimşek yanıp söndü. Birlikte ayvana çıktılar. Temiz ve demir gibi bir dağ havası etraflarını sardı.

      Hayyam; büyük, sabit usturlabın yüksekçe oturağına gülünç bir biçimde tünedi. Şiir söylemeye hazırlandıkça daha da yükseklere çıkmak ister gibi oturağın basamağında ayak parmaklarının üstüne yükselmeye başladı.

      Sılahan Hayyam’ın bu garip haline bakıp kıkırdadı.

      “Demavent Dağı’na çıksaydın bari!”

      “Demavent’in doruğuna çıkanın göreceği duman ve borandır,” dedi Hayyam

      “Böyle yükselince dünyadan arınmış bir yıldız gibi olurum ve işime bakarım.”

      “Neler fısıldıyor yıldızlar bugün?”

      “Yıldızlar, gözlerindekileri kıskanır bugün

      Dolunayı soldurur pırıl pırıl gülüşün

      Güzeller, bayramı süslenerek karşılar

      Seninse bayramları süsler ay yüzün.”

      “Yapma!” dedi Sılahan.

      “Nazar değdireceksin. Yüzümü bu kadar övme!”

      “Nasıl övmem!” dedi Hayyam.

      “Uğrunda ölmek, sonsuz yaşamaktan güzel! Işıklı yüzün Cem’in kadehinden güzel!”

      “Cem de kim?” dedi Sılahan.

      “Cemşid! Kadeh meclislerinin efendisi!

      “Benim yüzümün Cem’in kadehiyle ne ilgisi var?”

      “Sıradan bir kadeh değil o!” dedi Hayyam.

      “Kadehine bakıp dünyanın istediği yerini görürmüş!”

      “Bu olamaz! Ancak gönül istediğini görebilir!” dedi.

      “Doğru söze ne denir?” dedi Hayyam. Kürsüden indi. Sılahan’ın ince uzun parmaklarını hiç bırakmayacakmış gibi tutkuyla kavradı. Kömür gözlerine sevgiyle baktı. Kışın kitap çoğaltan? bezek yapan, yazın dizgin tutup kılıç sallayan bu sert eller, rakkaselerin ellerinden çok farklıydı ve şimdi boğum boğumdu. Sevgi ve sadakatle dolu öpülesi elleri güller gibi kokladı.

      “Çok zarifsin! Parmakların bileklerin ne kadar ince Sılahan!” dedi ve su kuşlarına benzeyen beyaz elleri yüzüne sürdü. Faniliği, bütün bu mutlulukların sonunun geleceğini