Berdibek Sokpakbayev

Benim Adım Koca


Скачать книгу

kadar param boşlara gitti bir bilseniz. Onlara para harcayacağıma bütün paramı biriktirip şeker alıp yeseydim hiç olmazsa ağzım tatlanır, bir güzel keyif yapardım.

      Kendileri bilir, yayınlamazlarsa yayınlamasınlar. Böyle olsa bile ben idealimden asla vazgeçmeyeceğim. Onların kırıcı tavırları nedeniyle şimdi ben şiiri bir kenara bırakıp daha büyük bir işe girişiyorum. Artık kısa bir roman çalışması üzerindeyim. Her şeyin bir kitaba uygun olması için olayları bölüm bölüm ayırıyorum ve her bölüme bir ad koyuyorum. Gerçek olmayan hiçbir şeyi de kitabıma eklemiyorum.

      BİRİNCİ BÖLÜM

Okuyucu, eserin başkahramanı ile yani benimle tanışıyor

      Benim adım…

      Adımı söylemeye başladığımda dilim damağıma yapışır gibi oluyor. İnsanın adının sevimli olması da büyük bir mutluluk mu diyorum. Mesela, Murat, Bolat, Erbol, Bakıt gibi isimleri ele alalım. Söylemesi de kolay, kulağa da hoş geliyor. Bunun yanı sıra anlam olarak da Kazak dili dersini veren Maykanova Hanım’ın söylediğine göre, bunlar yüksek fikir taşıyan isimler. Bu isimleri taşıyanlar kendi adlarını eski zamanlardaki gibi övünç sebebi görerek, biriyle tanıştıklarında bastırarak, yüksek sesle söylüyor. Buna karşın, hem söylemesi zor hem de kulağa hoş gelmeyen isimler de var. Bırak başkalarını kendinin bile hoşuna gitmiyor. Keşke mümkün olsaydı da beğenmediğimiz adımızı değiştirip güzel isimlerden birini alabilseydik. Fakat ne çare ki sen altı bağlı bir bebek olarak yatarken, bebekliğindeki ahmaklıktan faydalanıp anne baban veya şildehanaya1 gelen güruhtan biri sana böyle bir ad koymuş. Ökembay’ın çocuğuna Tınjırtar adının koyulması misali. Orada bulunan heyecanlı halk, o sırada hep bir ağızdan “Bu olsun çocuğun adı, bu olsun, bundan güzel bir adı bütün dünyayı dolaşsak da bulamayız!” demişler. İşte o günden, o andan itibaren söz konusu ad seninle birlikte doğmuşçasına alnına yapışıp kalıyor. Artık hayatın boyunca o addan kurtulamıyorsun. Hoşuna gitmese de boynuna asıp bu ad ile yaşayıp gidiyorsun.

      Hayatta bunun gibi nice adaletsizlikler var. Daha yeni gazetede okudum. Çinlilerin çocuğa ad koyması ilginçmiş. Çocuk beş altı yaşına girene kadar onun bağımlı olduğu bir adı olmuyormuş. “Ortancam”, “en küçüğüm”, “sevdiğim”, “mis kokulum” gibi geçici adlarla çocuklarını adlandırıyorlarmış. Aklı ermeye başlayıp beş altı yaşına girdikten sonra ise çocuk hangi ismi beğeniyorsa o ismi seçip onu alıyormuş. İşte, âdillik budur. Bu doğru değil mi?

      Neyse, olanla ölene çare yok denildiği gibi, işin aslına geçelim. Benim adım Koca. Görüyorsunuz, öyle cafcaflı bir ad değil.

      Doğrusunu söylemek gerekirse bu ad başta Koca değil, Kocabergen imiş. Nüfus müdürlüğünde bu şekilde yazılmış. Fakat dünyada çok ilginç olaylar olduğu gibi zamanla “Kocabergen”in de kuyruğu kesilerek kısalmış. Bu vakıanın tam olarak hangi yıl, hangi ayda, hangi günde olduğunu hiç kimse söyleyemiyor.

      Ancak ben kendimi bildim bileli Koca’yım. Köydeki herkes de bana böyle der.

      Bizim sınıfta iki Koca var. Süttibay’ın büyük oğlunun adı da Koca. Öğrenciler ikimizi karıştırmamak için ten rengimize bakarak bana Kara Koca, ona da Sarı Koca diyorlar.

      Önceleri bu sözden alınıyordum. Ama sonrasında bu söze kulağım alıştı. “Kara Koca” diyenlere “Efendim!” diyerek hemen bakmaya başladım.

      Cantas gibi kötü niyetliler bunu bile doğru söylemeyerek adımı özellikle değiştirip, alay ederek “Kara Koca” demek yerine “Kara Köce”2 diyor. Ben de farkında olmadan “Efendim!” diyorum. Fakat bu davranışı nedeniyle zavallı napsın, elbette benden kaç defa hak ettiğini aldı…

      Soyadım Kadırov. Bir zamanlar “Kadırulı” olarak da yazıyordum. Fakat bütün herkes “ov” olurken benim onlardan ayrılmam uygun olmaz dedim ve “Kadırov”a yeniden döndüm.

      Kadır, benim babam. Eh, yalan dünya işte! “Baba” sözünü duyduğumda yüreğim parçalanır gibi oluyor. Ne kadar yakın, ne kadar sıcak bir söz. Çocuklar devamlı babam şöyle yaptı, babam böyle yaptı diyorlar. Benim babam şunu satıp bunu aldı, benim babam bunu satıp şunu aldı diyerek övünüp duruyorlar. Oysa ben, babamın nasıl biri olduğunu bile bilmiyorum. Çünkü babam savaşta cepheye gittiğinde ben iki yaşındaymışım. İki yaşındaki bir ahmak ne bilir, ne anlar? Değerli babamın gidişi o gidiş, bir daha dönmedi…

      Ah, canım babam! Eğer sen hayatta olsaydın belki de ben şu anki halimden çok farklı olurdum. Kim bilir, belki de, dünyanın tozunu dumana katan hırçın çocuk Koca olarak adlandırılmam da babasız bir yetim olarak büyümemden kaynaklıdır.

      Kim olursa olsun herkese mutlaka bir baba gerekli. Eli ayağı iyice titreyen ihtiyar adamlar bile bazen “Kıymetli babam şöyleydi, babam böyleydi.” diyerek babalarını hatırlayıp özlem duymuyorlar mı?

      Peki öte yandan, bir kadına koca gerekli değil mi? Bence mutlaka gerekli. Bazen annem Millat, babamın fotoğraflarını yığıp bakar. Onlara bakarken kederlenir. Derin bir üzüntüye gark olur ve gözyaşlarını tutamaz. Kirpikleri gözyaşlarıyla ıslanır… Bense o sırada anneme tarifsiz şekilde acırım. Fakat acımaktan ne çıkar, neye kahrolduğunu biliyorum.

      Eğer onun kocası, yani benim babam yaşasaydı, Karatay utanmadan annemle tekrar tekrar konuşmaya çalışmak bir yana, onun yakınından bile geçebilir miydi?

      Neyse, ben bu şekilde sizlere adımı ve soyadımı söyledim. Gerçi edebî eserde kahramanın kim olduğu belirtilmeden dış görünüşünün tasvir edilmesi usulü vardır. Şimdi ben öyle yapayım. Durunuz, bunun için önce kendime aynada dikkatlice bir bakayım… İşte bu, burnum. Babaannem bazen benim adımı söylemek yerine, bana “kanatlı burun” der. Onun sözü gerçekten dosdoğruymuş. İki deliğine iki parmağım rahat sığacak kadar, çifte namlulu tüfeğin ağzı gibi açılmış duruyor. Gözlerimin çukurları olmasa başım karpuz misali yusyuvarlak, kepkel. Saçlarımı daha dün ihtiyar Ebubekir usturayla kazıdı.

      Ah, benim saçlarım! Sertliği, güçlülüğü bakımından domuzun tüylerinden az kalır yanı yoktur. Bu köyde saçımı kesebilecek tek ustura var. O da ihtiyar Ebubekir’in usturası. O bile kesmeye başladığı ilk anda zorlanıyor. İhtiyar Ebubekir saçımı kestiği her seferde ilk defa böyle bir şeye rastlamış gibi hayretler içinde kalıyor.

      O “Allah Allah, demek böyle de saç uzuyormuş! Bu saç değil, resmen diken. Diken. İnatçılığın saçından belli.” diyor.

      Anlatmadığım nerem kaldı? Esmerliğimi daha en başta söylemiştim. Sol kulağımın altına doğru bir ben var. Şu işe yaramazın çıktığı yere baksana. Orada peyda olacağına yüzümde uygun bir yerde olsaydın ya. O zaman daha güzel görünür müydüm acaba? Bir azı dişimi geçen yıl… Hımm, onu anlatmaya gerek yok. Kimin dişini kurt yemiyor ki sanki. Hem üstelik o görünmüyor da zaten.

      Boyuma gelince, bazıları boyuma orta boylu diyorlar. Babaannem ise baban gibi uzun boylu olacaksın diyor. Kimin doğru söylediğini artık Allah bilir. Geçen güz okulda doktor boyumu ölçtüğünde bir metre otuz dokuz santim çıkmıştım. Eğer saçlarım olsaydı kesin yüz kırk santim çıkardım. Kel olmanın böyle bir zararı da var. On iki yaşındayım. Beşinci sınıfı bitirmek üzereyim.

      Romanımın birinci bölümünü böylece bitireyim ve gelecek bölüme geçeyim.

      İKİNCİ BÖLÜM

Karatay’dan söz ediliyor

      Gün boyunca futbol oynayarak bîtap düştüm. Oyun oynarken insan ne kadar yorulduğunun