. Sekiz yaşındayken bir çiftlikte işçi olarak çalışmaya başladı. 1893 yılında Japonya yakınlarında bir tayfunu anlatan haberleriyle gazetecilik ödülünü kazandı. 1895 yılında liseye başladı. Bir yıl okuduktan sonra üniversiteye girdi fakat maddi zorluklar sebebiyle devam edemedi. Marx, Darwin, Spencer, Nietzsche’den esinlenerek kendi fikirlerini oluşturdu. 1897 yılında Alaska yakınlarında altın aramaya giden madencilere katılarak gözlemleri sonucunda ünlü romanları arasında yer alan Vahşetin Çağrısı’nı yazdı. İki evlilik yaptı. Ölüm sebebi tartışılan London’ın intihar ettiği de iddia edilmiştir.
Ünlü Eserleri: Vahşetin Çağrısı, Beyaz Diş, Martin Eden, Demir Ökçe, Deniz Kurdu’dur.
Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.
Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:
Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter.
1. BÖLÜM
ET İZİ
Buz tutan nehrin iki yakası karanlık ladin ağaçlarıyla kaplanmıştı. Üzerlerindeki buz tabakasını rüzgârın az önce savurduğu ağaçlar, kaybolmaya yüz tutmuş uğursuz gün ışığında birbirlerine yaslanır gibiydiler. Ağır bir sessizlik hüküm sürmekteydi bu arazide. Issız, cansız ve hareketsiz olan arazi öylesine yalnız ve soğuktu ki içinde bulunduğu ruh hâli, üzgün bile değildi. Belli belirsiz bir kahkaha var gibiydi. Ama herhangi bir hüzünden daha ürkütücü bir kahkahaydı bu. Bir sfenksin, neşesiz gülümsemesi gibi bir kahkaha, buz gibi soğuk bir kahkaha, yenilgiyi kabullenmenin getirdiği keder gibi bir kahkaha…
Sonsuzluğun hünerli ve anlaşılmaz bilgeliğinin, hayatın anlamsız oluşuna ve hayat için çabalamanın gereksizliğine gülmesiydi bu. Kuzeyin yabani ve buz gibi vahşetiydi bu.
Ama yine de hayat vardı bu yabancı topraklarda. Meydan okuyan bir hayat… Kurdu andıran bir köpek sürüsü, donmuş nehrin yatağı boyunca güç bela ilerlemekteydi. Kürkleri donla kaplıydı. Nefesleri, ağızlarından çıkar çıkmaz donuyor, buz kristallerine dönüşerek kürklerine yapışıyordu. Deri bir koşum takımı ile bir kızağa koşulmuşlardı. Bütün yüzeyi kar üzerinde ilerleyen ayaksız kızak sağlam ağaç kabuklarından yapılmıştı. Kızağın ön kısmı, önündeki karları kenara savuracak şekilde havaya kalkıktı. İnce uzun bir kutu kızağa sıkıca kayışlarla bağlanmıştı. Bir de başka şeyler vardı. Battaniyeler, bir balta, kahve demliği ve tava… Ancak asıl alanı ince uzun kutu işgal etmekteydi.
Geniş kar ayakkabıları giyen bir adam, köpeklerin önünde mücadele ederek ilerliyordu. Kızağın arkasında ise ikinci bir adam vardı. Tabutta ise mücadelesi sona ermiş üçüncü bir adam yatıyordu. Yabani kuzeyin yendiği ve bir daha hareket edip mücadele edemeyecek hâle getirene kadar darbe vurduğu bir adamdı bu. Yabani kuzey hareketi sevmezdi. Hayat ona hakaret gibi gelirdi. Çünkü hayat bu demekti. Yaban, bunu yok etmek isterdi. Denize akmasını engellemek için suyu dondurur, ağaçların öz suyunu kurutup kalplerine kadar dondururdu. Ne var ki yabanın yaptığı en gaddar ve korkunç şey insanoğlunu ezip itaate mecbur bırakmaktı. Yaşayanlar içinde en hareketli olanı insandı çünkü. Her hareketin en nihayetinde sona ereceği hükmüne sürekli başkaldırırdı.
Fakat kızağın arkasında ve önünde inatla ve güç bela ilerleyen iki adam henüz ölmemişlerdi. Vücutları kürkle ve yumuşak derilerle kuşatılmıştı. Kirpikleri, yanakları ve dudakları donan nefeslerinin oluşturduğu kristallerle öylesine kaplanmıştı ki yüzlerini ayırt etmek mümkün değildi. Hayalet maskesi takmış gibi bir görüntüleri vardı. Doğadışı bir âlemde bir hayaletin cenaze kaldırıcısı gibiydiler. Ama bütün bunların dışında onlar hâlâ insandı. Issızlığın, alaycılığın ve sessizliğin diyarına giriyorlardı. Muazzam bir maceraya dalan cılız macera adamlarıydılar. Uzay boşluğu misali hayatsız ve yabancı bir güce sahip bu âleme meydan okurcasına ilerliyorlardı.
Yürürken konuşmuyor, enerjilerini muhafaza ediyorlardı. Her tarafta var olan sessizlik, varlığını elle tutulur bir ağırlıkla hissettiriyordu. Suyun derinliklerine dalan bir dalgıcın hissettiği ağırlığı hissedercesine tecrübe ediyorlardı sessizliği. Sonsuz bir genişlik ve değiştirilemez zorunluluğun ağırlığıyla eziyordu onları sessizlik. Kendi zihinlerinin en uzak köşelerine çekilmeye zorluyordu. Sessizlik içlerindeki, geçici hevesleri, kibri, yersiz öz güvenlerini ezilen bir üzümün suyu misali çıkarıyordu. Ta ki kendilerini sınırlı ve küçük toz tanecikleri gibi hissettirene kadar… Devasa doğa güçlerin oyunları arasında cılız adımlar ve kısıtlı bilgileriyle ilerleyen toz tanecikleriydiler.
Bir saat geçti, sonra bir saat daha. Güneşsiz kısa günün solgun ışığı kaybolmaya başladığında cılız bir çığlık yükseldi durgun havaya. Aniden havaya yükseldi ve yankılandıktan sonra yavaşça kayboldu. Eğer bir miktar acı içeren şiddet ve aç kalmış heves içermeseydi kaybolmuş bir ruhun feryadı olabilirdi. Öndeki adam, arkadaki ile göz göze gelinceye kadar başını çevirdi. Aralarında tabut olan bu iki adam birbirlerine başlarını salladı.
İkinci bir çığlık daha yükseldi. İğne misali tiz bir ses çıkararak sessizliği deldi. Adamlar sessizliğin nereden geldiğini anladılar. Üzerlerinden geçtiği karlı alanda bir yerlerde, arka taraflarındaydı.
“Peşimizdeler Bill.” dedi öndeki adam.
Boğuk ve gerçekçi olmayan bu sesi belirgin bir çaba göstererek çıkarmıştı.
“Et kıtlığı var.” dedi arkadaşı. “Günlerdir bir tane bile tavşan izi görmedim.”
Bunun üzerine daha fazla konuşmadılar. Yine de kulakları arkalarında yükselmeye devam eden av çığlıklarına karşı tetikteydi.
Karanlık çökünce köpekleri nehrin kenarında, ladin ağaçlarının kümelendiği bir yere bırakıp kamp yaptılar. Ateş tarafındaki tabut hem oturak hem de masa görevi görüyordu. Ateşin uzağındaki kurt köpekler kendi aralarında hırlaşıp didişseler de karanlığın içine kaçacaklarına dair hiçbir belirti göstermiyorlardı.
“Öyle görünüyor ki kampa yakın duruyorlar Henry.” diye yorum yaptı Bill.
Ateşin yanına çömelmiş kahve kabının içine buz parçası yerleştiren Henry kafasını salladı. Tabuta oturup yemek yemeye başlayıncaya dek konuşmadı.
“Postlarının nerede güvende olduğunu biliyorlar.” dedi. “Yem yemeyi, yem olmaya tercih ediyorlar. Kendileri pek akıllı köpekler.”
Bill kafasını salladı. “Ah, orasını bilmiyorum.”
Arkadaşı ona hayretli gözlerle baktı.
“Henry!” dedi arkadaşı fasulyeleri itinayla yerken. “Şu köpekleri beslediğim sırada nasıl didiştiklerini fark ettin mi?”
“Her zamankinden fazla huysuzdular.” dedi Henry.
“Kaç tane köpeğimiz var Henry?”
“Altı.”
“Pekâlâ, Henry.” diyen Bill, söyleyeceklerini daha iyi vurgulamak için bir anlığına sustu.
“Dediğin gibi Henry altı köpeğimiz var. Torbadan altı balık çıkarıp her birine verdim. Yine de bir balık eksik oldu Henry.”
“Yanlış saydın demek ki.”
“Altı köpeğimiz var.” dedi diğeri sakince. “Altı balık çıkardım. Tek Kulak balık alamadı. Sonra tekrar dönüp torbadan bir balık daha alıp ona verdim.”
“Sadece altı köpeğimiz