Lütfü Şehsuvaroğlu

Lâ Havle - Lütfî Divânı


Скачать книгу

SENELERİ

      BANA: “YAZ” DEDİ ÇAĞATAY, “12 EYLÜL’Ü…”

      ‘Her şey ne kadar da değişti’ gibi yaparken

      Değişmek arzusunu dile getiren arkadaş,

      Değişmek sence bu mu?

      Bir çoban bile daha iyi değişir senden

      Sürüyü otlatırken her gün farklı bakar mala, davara,

      Kır çiçeklerine de…

      Köylülükten kurtulmanın yollarını gösteren

      Orta hâlli bir kasabanın orta hâlli yazarı,

      Bize şehrimizi anlatmıyor da,

      Şehrin kapılarını gecenin karanlığında istilacıya açanlar gibi

      Arkadan vuruyor kardeşini üç kuruşa.

      Anamızın yüzü nasıl da benzerdi şehrimizin yüzüne?!

      Şehrimizi şimdi başka bir şeye benzetenler,

      Aslında anamızı belliyorlar sinsice…

      Anamızı ve doğal olarak kendi anasını da…

      İki şey ancak ölümle unutulur diyordu Nâzım;

      İki şey: Anamızın yüzü ve şehrimizin yüzü…

      Bu gelen nasıl bir ölüm ki…

      Bana yaz dedi Çağatay, on iki eylülü

      Ne yazayım, o zaman yazdım, başkaları gibi değil

      Şimdi değil otuz yıl sonra değil…

      O zaman…

      O zaman kaç kişiydik ki zâlimin karşısında susmayan?..

      Şehir unuttu her şeyi,

      Şimdi dönüp başka şehir kuruyorlar, başka mâziler edinip

      ‘Zalimin karşısında susan dilsiz şeytandır!’

      O yüzden tam 12 Eylül’de vurdum 12 eylülü.

      Kenan’a mektuplar döşendim uzun uzun.

      Hapislerinde yattım, kafeslerinde…

      Yazdım, söyledim, haykırdım, işkence gördüm, işsiz kaldım

      Nereden bileceksin?

      Sen benim ne çektiğimi nereden bileceksin?

      Uzaktın ümmet kardeşliğinden…

      “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” bile diyemezdin delikanlıca.

      Kaç yıl geçmiş; otuz mu, kırk mı?

      Hâlâ karşıma çıkar durur her adımımda gençliğim

      Geri dönüp duruyor yankıları sesimin…

      Karşımda kendim… Yirmili yaşlardaki kendim…

      O yüzden atamam yanlış bir adım,

                yanlış,

                                              yeni,

                                                                     değişmiş…

      Çok fırsatlar çıktı, başka şehirlerde çok anahtarlar…

      Fakat yirmili yaşlardaki kendim, yirmili yaşlardaki kendim

      Mesuliyet, sadakat, samimiyet, hürmetfve aşkın fikri

      “Bizi kullanmışlar.” diyenlere inat

      Elma yüzlü yirmili yaş yüzünden ka-ça-maz!

      Ben korkmadım ki hiç…

      Onlar korktular.

      Korkuları postallarından belliydi.

      Başları olmayan, apoletleri olan

      Yüzleri, gözleri, kalpleri olmayan, miğferleri olan

      Tertemiz üniformaları bir de…

      Omuzları vardı, miğferleri vardı, postalları vardı

      Ama başları yoktu… Gözlerinden mi anladım?

      Başı olmayanın gözü mü olur?

      Ama bildim korktular benden… “Korku postaldan belli olur mu?”

      “Oluyor işte.”, korkuyorlardı…

      Kaç yıl geçmiş Çağatay dostum, hesap kitap ettin mi?

      Kim derse ki “kullandılar” bil ki, bugün de kullanılıyor o

      İnsan bir kere kullanılmaya görsün Çağatay,

      Bir kere kullanılmaya görsün…

      Korkup kaçanı tanırım ben

      Sesinden tanırım, postalından tanıdığım gibi

      Tanırım milletine sırtını döneni, şehrini kirleteni

      Anasını satanları…

      Şu dünyada üç şey vardır yenilir: Biri elma, biri ayva, biri nar

      Öyle ya ardından belli yâr diyeceği…

      Muz diyebilmek için bütün bunlar dostum.

      Anlayacağın değişen bir şey var; yâr…

      Ben biliyordum böyle olacağını…

      Kızların isimlerinin değişeceğini:

      “Elif, Döne, Emine… Yaylada pınarsınız, bereket siz varsınız.”

      Karakoç’un Mihriban’ı da hayal, Akbaş’ın kızları da…

      Ayrılık hep masamın üstündeydi, yapamadım.

      Hep masamın üstündeydi, izmaritlerdeydi…

      Ayrılık çöplükleri ayıklayan, didikleyen,

      Yahut kim kemik verirse bir parça

      Ona koşan başıboş itlerdeydi.

      İpini koparmış kayıklar gibiyim

      Yüzüyorum başıboş sokaklardan sokaklara

      Düşmanı ilk görüp de haber verememenin acısını duyuyorum

      Ne kadar turuncu bakıyor minareleri camilerin

      Ne kadar ölçüsüz, hadnaşinas, sipsivri

      Neden üç şerefeli yaparlar, dört minareli

      Kubbesi tabak kadar mahalle camilerini?

      Görmezler mi ecdâdın merhamet kokan camilerini?

      Ben ne anlatıyorum, onlar ne anlıyor?

      Özgürlük sanıyorlar esaretlerini.

      Beni atın o hâlde ırmaklardan birine!

      Belki biri çekip çıkarır ileride…

      Ne balığa benzerim ne ayakkabı eskisine.

      Atlantik’in sularına erişmek istiyor ırmaklar…

      Atlantik’in suları çalkanıyor.

      Hırıltısı, hışırtısı, kızıltısı derinlerin…

      Atlantik’in suları çalkanıyor.

      Kendimi gördüm suyun dibinde;

      Elma yüzümü gördüm kırk yıl evvelinin,

      Kendimi gördüm bir elma gibi yüzü,

      Atlantik’in dibinde.

      Gündüzü mü kovalıyorum, geceyi mi?

      Atlantik’in altında işim ne?

      12 Eylül’de bıraktım her şeyimi… Martıların ürkütücü sesini duyuyorum. İstanbul’un saadetini anlatıyorlar;

      “Gak gak ediyorlar, vak vak ediyorlar.”

      Tehlikeden habersiz huzuru paylaşıyorlar;

      Küçük, geçici didişmeler yetiyor onlara.

      Atlantik’in