Aç FareKurt ile KuzuYaşlı Kadın ve Altın Renkli CivciviAh Masalı
Aç Fare
Eski zamanların birinde, kırlarda yaşayan bir fare vardı. Bir gün karnı acıktı ve bir bahçeye girdi. Üç tane elma kopardı ve yedi. O sırada bir rüzgâr esince, ağacın yapraklarını silkeledi ve farenin başına döktü. Fare buna öfkelendi, o yaprakları da yedi ve ardından bahçeden çıkıp gitti. Elinde su kovasıyla evine gitmekte olan bir adam gördü. Fare adama seslendi:
“Hey âdemoğlu! Şu bahçede üç tane elma yedim, sonra rüzgâr esti, ağacın yapraklarını başıma döktü, onları da yedim. Şimdi sıra sende, seni de yiyeceğim!”
Adam:
“Şu kovayla başına bir vururum, oracıkta geberir gidersin!”
Aç fare, adamı yakaladığı gibi yutuverdi. Ardından gitti gitti, bir yere vardı, baktı ki bir yeni gelin ocaktaki ateşi yakmaya çalışıyor, ona seslendi:
“Hey gelin hanım! Bahçeye girdim, üç tane elma yedim. Rüzgâr vurdu, yaprakları başıma döktü, onları da yedim. Elinde su kovası olan adamı da yedim. Şimdi de seni yiyeceğim.”
Gelin cevap verdi:
“Şu yanan odunu kafana bir geçirdim mi kebap oluverirsin!”
Aç fare, yeni gelini de yutuverdi ve yoluna devam etti. Gide gide bir yere vardı, orada oturmuş nakış işleyen kızlar gördü. Kızlara seslendi:
“Hey kızlar! Bahçeye girdim üç tane elma yedim, rüzgâr vurdu, yaprakları başıma döktü, onları da yedim. Elinde su kovası olan adamı yedim, gelin hanımı yedim. Şimdi de sizi yiyeceğim!”
Kızlar:
“Şu elimizdeki iğnelerle gözlerini çıkarırız senin!”
Aç fare bu kızları da yedi ve yoluna devam etti. Gide gide bir yere vardı, baktı ki çocuklar toplanmış misket oynuyor. Çocuklara seslendi:
“Hey çocuklar! Bahçeye girdim üç tane elma yedim, rüzgâr vurdu, yaprakları başıma döktü, onları da yedim. Elinde su kovası olan adamı yedim, gelin hanımı yedim, nakış işleyen kızları yedim. Şimdi de sizi yiyeceğim!”
Çocuklar:
“Pis fare seni! Bu elimizdeki misketleri kafana yağdırırız!”
Aç fare çocukları da yedi ve yoluna devam etti. Gide gide bir yaşlı kadına rast geldi:
“Hey kocakarı! Bahçeye girdim üç tane elma yedim, rüzgâr vurdu, yaprakları başıma döktü, onları da yedim. Elinde su kovası olan adamı yedim, gelin hanımı yedim, nakış işleyen kızları yedim, misket oynayan çocukları da yedim. Şimdi sıra sende, seni de yiyeceğim!”
Yaşlı kadın biraz düşündü ve sonra cevap verdi:
“Bak anacığım, bir deri bir kemik kalmışım ben artık. Beni yesen de doymazsın ki! Ama dün gece yağlı ‘doy-maç’ yapmıştım, istersen getireyim de onu ye.”
Fare:
“Çok iyi! Ama çabuk getir.”
Yaşlı kadının bir de parlak tüylü, şişmanca ve atik bir kedisi vardı. Evin içine girince, kedisini de eteğinin altına alıp geri döndü. Fareye yaklaştı:
“Al anacığım. Buyur ye.”
Sonra da kediyi, farenin bulunduğu tarafa doğru saldı. Fare, kediyi görünce hemen kaçmaya başladı. Kedi, peşinden koşturdu ama yakalayamadı, fare bir deliğin içine girip saklandı. Kedi deliğin ağzına pusu kurup oturdu. Bir müddet geçti, ses seda kesilmişti artık. Fare etrafına iyice bakındı, kediden ses yoktu hiç, beklemekten usanıp gittiğini varsaydı. Fare yavaşça delikten başını dışarı çıkardı, ama kedi onun bu sefer kaçmasına izin vermedi. Pençesini uzatıp fareyi yakaladı ve hemen karnını yardı.
Farenin karnı yarılınca, elinde su kovası olan adam, gelin hanım, nakış işleyen kızlar, misket oynayan çocuklar… Hepsi de dışarı çıktı. Her biri, kediye daha da yiyip semirmesi için bir şeyler getirmişti yanında.
Okuyanların yüreği neşeyle dolsun, yüzleri hep gülsün!
Kurt ile Kuzu
Eski zamanların birinde, siyah bir kuzu yaşardı. Günün birinde, her zaman yaptığı gibi başı yerde ve kendi hâlinde otlarken, bir anda kafasını kaldırınca, ne çobandan ne de sürüden bir haber olduğunu gördü o gafil yüreği. Aç bir kurdun da kendine doğru yaklaştığını fark etti. Kurdun gözleri, kan çanağı gibiydi âdeta.
Kuzu selam verdi:
“Merhaba.”
Kurt dişlerini gıcırdatarak:
“Selam Allah’ın belası hayvan! Ne arıyorsun sen burada? Bu dağların babamdan bana miras kaldığını bilmiyor musun? Şimdi yiyeceğim seni!”
Kuzu, çok kötü bir şekilde köşeye sıkıştığını anladı, bu tuzaktan ancak bir hileyle kurtulması mümkün olabilirdi:
“Doğrusunu istersen, bu dağların senin babana ait olduğuna inanmıyorum. Hem bilir misin, ben çok zor inanırım. Eğer doğru sözlü isen, gel beraber ocağın (ziyaretgâh) başına gidelim, sen orada mezarın üstüne el basarak yemin et, ben de sana inanayım. Yemin ettikten sonra, beni elbette yiyebilirsin.”
Kurt, kendi kendine:
“Amma da aptal bir kuzuya denk gelmişim. Gidip yemin edeyim, sonra da şunu bir güzel parçalayıp yiyeyim.”
İkisi birlikte yola düştü, gide gide bir ağacın altına vardılar. Sürünün köpeği yorgunluktan burada kalakalmış, uyuyordu. Düşünde de yedi tane padişah görmekteydi.
Kuzu, kurda dönüp:
“Ocak burasıdır. Şimdi burada yemin edebilirsin.”
Kurt elini ağaca uzatıp yemin etmeye davranınca, köpek rüyasından sıçrayarak uyandı ve bir anda kurdun boğazını kapıverdi.
Yaşlı Kadın ve Altın Renkli Civcivi
Şu dünyada kimi kimsesi olmayan yaşlıca bir kadın vardı. Bir tek altın renkli civcivi vardı, onu da bir gece rüyasında bulmuştu. Yaşlı kadın evinde ruşur yapıp hazırlar ve bunları götürüp hamamların önünde satardı. Altın renkli civciv de kadının kulübesinde ve evinin ufak bahçesinde karınca ve örümcekleri kovalar dururdu. Civcivin varlığından dolayı, karıncalar cesaret edip de yaşlı kadının evine giremezlerdi. Hatta iri ve çevik olan atlıkarıncalar bile eve girmeye çekinirlerdi. Altın renkli civciv, karıncalar arasında iyi veya kötü, güzel çirkin ayrımı yapmazdı, önüne ne gelirse hepsini gagalayıp midesine indirirdi. Civciv, bir lokma et bulabilmek için her yeri didik didik eden ve ortalığın altını üstüne getiren arsız kedilerin bile hakkından gelmeyi bilirdi.
Yaşlı kadının bahçesinde dalları gür, yaprakları bol bir de ceviz ağacı vardı. Cevizlerin olgunlaştığı mevsim geldi mi civcivin keyfine de diyecek olmazdı. Rüzgâr vurunca olgunlaşmış cevizler yere düşer, civciv de bunları kırıp bir güzel yerdi.
Örümceğin biri de yaşlı kadının yalnızlığını ve kocamışlığını fırsat bilmiş, rafa yerleştirdiği boş şişe ve kavanozların arkasına ağını örmüş, yumurtalarını bırakmaktaydı. Yaşlı kadın, bir zamanlar bu boş şişe