it Ergener
Anadolu'nun Kültürel Kökleri
Reşit Ergener 1952 yılında İstanbul'da doğdu. Lise eğitimini Robert Koleji'nde, ekonomi dalında lisans ve lisansüstü eğitimini Yale ve Oxford üniversitelerinde tamamladı. Doktora derecesini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde aldı. 1977-1997 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi'nde tam zamanlı öğretim üyesiydi. 2004 yılından bu yana aynı üniversitenin Uluslararası Ticaret bölümünde yarı zamanlı öğretim üyesi olarak “Tarih Boyunca Din ve Ekonomi İlişkileri” konusunda seçmeli bir ders veriyor. Konuyla ilgili kitabı 2020 yılında Economics and Religion adıyla Palgrave Macmillan tarafından yayımlandı.
Aslan Asker Şvayk romanını, Ezra Pound'un Yaşamı ve Eserleri ile Borç Tuzağı incelemelerini Türkçeye çevirdi. İlk Deniz Vardı isimli bir şiir kitabı var.
Ana Tanrıçalar Diyarı Anadolu isimli tarihsel araştırması Türkçe ve İngilizce olarak yayımlandı. Aynı zamanda profesyonel turist rehberi olan Reşit Ergener, bu kitabı temel alarak, “Ana Tanrıçanın İzinde” adıyla, ilk ana tanrıça turlarını düzenledi ve bu turları bugün de sürdürüyor.
Ergener, İstanbul Rehberler Odası için Çanakkale Savaşları ve Çatalhöyük konularında eğitim programları tasarladı ve yönetti. Kurucusu olduğu ve başkanlığını yaptığı Çatalhöyük Dostları Derneği ile Çatalhöyük kazılarına önemli katkılarda bulundu.
Bu kitapta, insanlık tarihinin kimi çarpıcı ve heyecan verici sayfalarını, öğrenci ve turistleriyle paylaşan Reşit Ergener'in sesini duyar gibi olacaksınız.
Sevda'ma…
Anneler ve Tanrıçalar
Bir öykü var.
Annelerin ve tanrıçaların öyküsü…
Annelerin, çocuklarını büyüttüğü ormanların korunaklı derinliklerinden, tarımın ilk başladığı Çatalhöyük gibi merkezlere, Efes'e, Fatima'ya, Guadeloupe'a uzanan, gizemlerinin bir bölümünü hiçbir zaman çözemeyeceğimiz, gerçeklerle düşlerin, olması istenenlerle, olanların birbirine karıştığı bir öykü bu.
Bu kitapta bu öykünün kimi detaylarını paylaşacağız ve anasoy ile anaerki kavramlarını Anadolu tarihi bağlamında ele alacağız.
Daha sonra tanrıçayla ilgili semboller, hayvanlar ve bitkilerden başlayarak Anadolu tarihinden, mitolojisinden ve dinlerinden sayfalar çevireceğiz.
Tanrıçaların tarihteki konumlarına, İbrahim dinlerinin kutsal dişiye yaklaşımına ve Hıristiyanlığın Anadolu'da yayılmasına göz attıktan sonra Meryem ve günümüzde tanrıça olgusuyla bitireceğiz.
Keyifli okumalar dilerim.
1
ANNA
Müzede Bir Karşılaşma
Onunla Ankara'daki Anadolu Uygarlıkları Müzesi'nde karşılaştım. Yıl 1985.
Anlatımı yapan kişi tarım, çömlekçilik, dokuma gibi temel etkinlikleri kadınların başlattığını, dolayısıyla tanrının önce erkek değil, dişi olarak algılandığını söylüyordu. Uygarlığı kadınlar başlatmış, sonra ne olmuşsa olmuş ve erk, erkeklerin eline geçmişti.
Ankara Müzesi'nde karşıma çıkan Çatalhöyük hanımının heykelciği, paleolitikten neolitiğe yayılan çok uzun bir zaman diliminde ve İspanya'dan Sibirya'ya uzanan çok geniş bir coğrafyada, özellikle tarımın başladığı Ortadoğu topraklarında yüzlercesi bulunan, şişman ve hamile kadın heykelciklerinden biri; tahtı çağrıştıran oturma yeri ve iki yanında da leoparlarıyla belki de en görkemlisiydi.
Konuyu biraz araştırdım ve bir kitap yazdım (Ana Tanrıçalar Diyarı Anadolu, Yalçın Yayınları, 1987). Her şeyin ilk ve asıl hâkiminin kadınlar olması, benim çocukken oluşan toplum düzeni algıma uyuyordu. Müzedeki heykelciğe fiziki olarak da benzeyen sevgili anneannem, otuz üç yaşında dul kaldıktan sonra beş çocuk büyütmüş, aile içindeki otoritesi ve önderliği tartışılmaz bir matriarktı. Ya da ben öyle sanıyordum.
Acaba Çatalhöyük'ün şişman hanımı bir tanrıça mıydı? Öyle ise, tanrıçaların tanrılardan farkı neydi?
Tanrı ve tanrıçaların, insanların kendi çabalarıyla elde edemediklerini onlara verme ya da kendi çabalarıyla elde ettiklerini ellerinden alma güçleri vardır. İnsanlar, tanrı ve tanrıçaların daha cömert ve daha az şiddetli olmaları için, onları sunular ve ritüellerle etkilemeye çalışır.
Kibele
Neolitik dönemin şişman kadın heykelcikleri de böyle tanrıçaları mı temsil ediyordu?
Cezalandıran ve şiddet kullanabilen tanrıların aksine, tanrıçalar insanlara (anneannemin bana yaptığı gibi) sadece şefkat ve bereket mi sunuyordu? En azından Yeni Gine'de, tatlı patates tarımının başladığı yıllarda bunun böyle olmadığını; kabile şeflerinin zenginliklerinde patates tarımıyla aynı zamanda ortaya çıkan artışın kaynağı olarak görüldüğü için tanrıçaya bir şeyler sunulduğunu ve tanrıçanın böylelikle şeflerin servetine onay verdiğini çok sonra öğrenecektim.
Neolitik tanrıçaların torunları sayılan Kibele, Athena ve Artemis gibilerine gelince işler daha da karışıyordu. Çünkü bu tanrıçalar bir yandan kadınları ve çocukları desteklerken, bir yandan da erkek egemen ve başta kadın ve çocuklar olmak üzere zayıfları ezip sömüren bir toplum düzenine onay veriyordu.
Zamanla, çocukken algıladığımın aksine, en son sözü anneannem, annem ya da teyzemin değil, dayılarımın söylediğini anladım. Dayılar, anneannemin mirasının daha büyük bölümünün, hatta tamamının kendilerinin hakkı olduğunu düşünüyordu. Yani, her şey birbirine karışmıştı.
Anasoy
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında henüz yeni oluşmakta olan antropoloji bilimi, “sosyal evrimcilik” olarak tanımlayabileceğimiz ve soy, erk, ana ve tanrıça kavramlarının birbirine karıştığı bir evreden geçecekti.
Bu evrede kimi antropologlar, oluşmakta olan ilk insan topluluklarının tümünün anaerkil süreçten geçtiklerini savundu. Anaerkil toplumlarda kalıtım, anasoydan yürürdü. Toplum yapısını hem yansıtan hem de biçimlendiren din, ana tanrıçaların egemenliğindeydi. Küçük toprak kadın heykelcikleri, bazı biçimler, semboller ve hayvanlar, ana tanrıça diniyle ilgiliydi. Bu nesnelerin arkeolojik buluntular içindeki varlığı, ana tanrıça kültünün tarih öncesi çağlara uzanan varlığına işaret ederdi. Ana tanrıça kültünün varlığı, anaerkinin ve anasoydan kalıtımın var olduğunun kanıtıydı.
Anadolu'da 1950'li yıllardan başlayarak ana tanrıça olarak nitelendirilen kadın heykelciklerinin ve sembollerin, özellikle neolitik döneme ait arkeolojik buluntular arasında yoğun olarak bulunması; halılarda ve diğer el sanatlarında tanrıça olarak nitelendirilen figürlerin ve ona ait sembollerin varlığı; Kibele, Artemis gibi ulu tanrıçaların ve Bodrum kraliçesi Artemisia gibi kraliçelerin varlığı; Meryem'in “Tanrı Anası” olarak tanınmasının bu topraklarda gerçekleşmesi; kimi mitler ve söylenceler ve hatta ülkenin adının “Ana”dolu olması, Anadolu'nun yalnız uygarlığın değil, anaerkinin ve anasoyun beşiği bir “ana tanrıçalar diyarı” olduğu görüşünün yaygınlaşmasına ve pekişmesine neden oldu. Ancak içinde pek çok doğruyu barındıran bu görüşler, birçok yanlışı, çelişkiyi ve eksikliği de içeriyordu:
Anasoy, anaerki demek eğildi. Kadının güçlenmesinin dışavurumu olarak algılanan tanrıça, onun sömürülmesinin aracı da olabilirdi. Aile düzeyinde yüceltilen kadın, toplum düzeyinde eziliyor olabilirdi. Kadının üzerindeki baskının toplum düzeyinde artmasına koşut olarak, onun aile düzeyindeki önemi ve saygınlığı da artmış olabilirdi. Baskıcı toplumlarda erkekler savaş ya da hayatını kazanma amacıyla ailesinden uzak kalıyor ve ölebiliyordu. Bu da çocukların, onları büyüten ve onlarla ilgilenen anneyi aile reisi olarak algılamalarına neden oluyordu. Toplum yapısını yansıtan ve pekiştiren tanrı ve tanrıçaların hiyerarşisi, makro değil de mikro, yani aile düzeyinde toplum yapısını