çok ahlaki bilincini ön plana çıkarmıştır. Bu inanışın doğa odaklı ibadeti ruhumuzun en derin köşelerine bu ülkeye duyduğumuz sevgiyi işlerken, ata odaklı ibadeti de nesilden nesle imparatorluk ailesinin izini sürerek bu ailenin bütün milletin asıl kökeni olduğunu ortaya koymuştur. Ülkemiz bizim için altın çıkarılan ya da ekin biçilen bir toprak parçasından daha fazlası; o, tanrıların kutsal evi, atalarımızın ruhudur, bize göre İmparator bir Rechtsstaat7 Baş Memurundan, hatta bir Culturstaat Hamisinden bile yücedir; İmparator, Tanrı’nın yeryüzündeki dünyevi temsilcisidir, onun gücünün ve lütfunun vücut bulmuş halidir. Bayan Boutmy’nin8 İngiliz kraliyet ailesiyle ilgili söyledikleri doğruysa, yani benim de düşündüğüm gibi hanedan “yalnızca otoritenin temsilcisi değil, aynı zamanda milli birliğin yaratıcısı ve sembolü” ise bu tanım Japonya’daki kraliyet ailesi için de misliyle geçerlidir.
Şintoizmin ilkeleri arasında ırkımızın duygusal yaşantısına ait iki baskın özellik vardır, Vatanseverlik ve Sadakat. Arthur May Knapp şöyle söyler: “İbrani edebiyatında yazarın Tanrı’dan mı yoksa halktan mı, cennetten mi yoksa Kudüs’ten mi, Mesih’ten mi yoksa ulusun kendisinden mi bahsettiğini anlamak çoğu zaman güçtür.”9 Son derece doğrudur. Benzer bir karışıklık milli inancımızı sınıflandırırken de yaşanabilir. Buna karışıklık diyorum çünkü ifadedeki anlam belirsizliğinden dolayı mantıklı bir kimse bu durumu karışık bulabilir, yine de milli sezgilerin ve ırksal duyguların temeli olan Şintoizm asla sistematik bir felsefe ya da rasyonel bir inanç olma iddiası taşımaz. Bu din, hatta daha doğru bir tanım yapmak gerekirse bu dinin ifade ettiği ırksal duygular Buşido’yu tamamıyla hükümdarlığa karşı sadakat ve ülke sevgisiyle donatmıştır. Bu unsurlar birer doktrinden çok, motivasyon görevi görmüştür çünkü ortaçağ Hıristiyan Kilisesi’nin aksine Şintoizm, taraftarlarına neredeyse hiçbir iman doktrini dayatmamış, bunun yerine onlara doğrudan basit bir gündem sunmuştur.
Değişmez etik ilkeler söz konusu olduğunda Konfüçyüs’ün öğretileri Buşido’nun en verimli kaynağıydı. Onun efendi ile köle (yöneten ile yönetilen), baba ile oğul, koca ile karısı, ağabey ile kardeş ve iki dost arasındaki beş ahlaki ilişkiye dair söyledikleri, eserlerinin Çin’den bize ulaşmasından çok önce ırksal sezgilerimizin halihazırda farkında olduğu bir olgunun teyidinden ibarettir. Soğukkanlı, olumlu ve gün görmüş niteliğe sahip olan politik-etik ilkeleri yönetici sınıfı oluşturan samuraylara bilhassa hitap ediyordu. Onun asil ve muhafazakâr tavrı bu savaşçı devlet adamlarının gereksinimlerini bir hayli karşılıyordu. Konfüçyüs’ten sonra Mensiyüs’ün de Buşido üzerinde büyük bir etkisi oldu. Etkin ve bir o kadar da demokratik fikirleri gönüllere fazlasıyla hitap ediyordu, hatta mevcut sosyal düzene tehlike oluşturduğu ve yıkıcı nitelikte olduğu düşünülüyordu; bu yüzden eserleri uzun bir süre boyunca sansürlendi. Buna rağmen dâhiyane sözleri samurayların gönlünde kalıcı bir yer etmeyi başardı.
Konfüçyüs ve Mensiyüs’ün çalışmaları gençler için başlıca ders kitabı, yaşlılar arasında da en önemli tartışma konusu haline geldi. Öte yandan bu iki bilgenin değerli yapıtlarına yalnızca aşina olmakla yetinmek hoş karşılanmazdı. Ünlü bir özlü söze göre Konfüçyüs hakkında sadece yüzeysel bilgisi olan bir adam ne kadar çalışkan olursa olsun Seçmeler’den10 bihaber olduğu sürece gülünç duruma düşermiş. Samuraylar genelde fikir adamlarına kitap tozu sarhoşu derlerdi. Bazıları da ilmi kullanıma hazır hale gelene kadar defalarca kez haşlanması gereken kötü kokulu bir sebzeye benzetirdi. “Çok az okumuş bir adam ukalalık kokar ama gereğinden fazla okumuş bir adam daha çok ukalalık kokar, ikisi de eşit derecede sevimsizdir.” Bu özlü sözün sahibinin söylediklerinden çıkarılacak anlam, bilginin yalnızca öğrenenin zihninde özümsenip kişiliğine yansıdığı zaman gerçek bilgi olduğudur. Âlim bir uzmana makine gözüyle bakılırdı. Bizzat zekâ etik duygudan sonra gelirdi. İnsan ve evren ruhsal ve etik anlamda benzer görülürdü. Buşido, Huxley’nin evrensel işleyişin ahlâk dışı olduğu yönündeki görüşünü kabul etmezdi.
Buşido böyle bir fikri yok sayardı. Onun yolundan gitmek esas amaç değil, yalnızca bilgeliğe ulaşmak için bir araçtı. Bu sebeple bu yolda yürümekten vazgeçenlere emir üzerine şiir ve vecize yazan kullanışlı bir makine gözüyle bakılırdı. Dolayısıyla bilgi gündelik yaşama uygulanmış hâliyle eşdeğer tutulurdu, bu Sokratik öğretinin en büyük savunucusu ise her daim “Bilmek ve eyleme geçmek aynı şeydir,” diyen Çinli filozof Wan Yang Ming’ti.
Kısa süreliğine konudan ayrılıp bu noktaya değinmek istiyorum çünkü buşi’nin en asil türlerinden bazıları bu bilge adamın öğretilerinden bir hayli etkilenmiştir. Batılı okuyucular Ming’in eserleriyle Yeni Ahit arasında sayısız benzerlik bulmakta zorlanmayacaktır. İki öğretide geçen belli ifadeler dikkate alındığında “Öncelikle Tanrı’nın krallığını ve onun erdemini arayın ve tüm bunlar size bahşedilecektir,” sözleri Wan Yang Ming’in eserlerinin neredeyse her sayfasında bulunabilecek bir yaklaşıma sahiptir. Ming’in Japon bir öğrencisi11 şöyle der: “Cennetin ve yeryüzünün, tüm canlıların efendisi insanoğlunun kalbinde yatar ve onun zihni olur (Kokoro), bu yüzden zihin canlı bir varlıktır ve her daim ışıldar.” Ardından şöyle devam eder: “Asıl varlığımızın ruhani ışığı saftır ve insanın iradesinden etkilenmez. Bir anda zihnimizde belirip neyin doğru neyin yanlış olduğunu gösterir; buna vicdan denir, bu ışık göklerin tanrısından gelen ışıktır aynı zamanda.” Bu sözler ne kadar da Isaac Pennington ve diğer felsefi mistiklerin sözlerini çağrıştırıyor! Bana öyle geliyor ki, Şinto dininin basit ilkelerinde ifade edildiği haliyle Japon zihni Yang Ming’in öğretilerini benimsemeye bilhassa hazırdı. Ming, vicdanın yanılmazlığı ilkesini en uç noktada bir transandantalizme taşıdı ve vicdana sadece doğru ve yanlış arasındaki farkı değil, ayrıca ruhsal gerçeklerin ve fiziksel olguların doğasını da algılama yetisi atfetti. İdealizm konusunda en az Berkeley ve Fichte kadar ileri gidip insanın algısı dışındaki her şeyin varlığını inkâr etti. Ming’in ortaya attığı sistem tüm mantık hatalarını solipsizme bağlamışsa son derece etkili ve güçlü bir iddia ortaya atmış olur, ayrıca özgün ve ölçülü bir kişilik geliştirmeye atfettiği ahlaki önem de reddedilemez.
Nitekim kökenleri ne olursa olsun, Buşido’nun kullanıp benimsediği temel ilkeler basit ve sayıca azdı. Buna rağmen bu ilkeler milli tarihimizin en çalkantılı döneminde ve en tekinsiz zamanlarında bile güvenilir bir yaşam biçimi oluşturmak için yeterliydi. Savaşçı atalarımızın haysiyetli ve toy mizacı, sıradan ve bölük pörçük öğretilerin bağından ruhlarını fazlasıyla doyurmaya yetecek kadar beslendi, kadim düşüncelerin önemli, önemsiz tüm yollarında bilgi topladı ve çağının gerekliliklerinden hareketle bu bilgilerle yeni ve özgün bir insanlık modeli oluşturdu.
Keskin zekâlı Fransız âlim Mösyö de la Mazelière on altıncı yüzyıldaki izlenimlerini şu şekilde özetler: “On altıncı yüzyılın ortalarına doğru Japonya’da hükümet, toplum, kilise, hepsinde bir karmaşa hâkimdi. Fakat iç savaşlar, adabımuaşeretten barbarlığa dönüş, herkesin kendi adaletini yerine getirmek zorunda kalması, tüm bunlar Japon halkını, Taine’nin ‘coşkulu girişkenliği, hızlı çözümler üretme ve gözü kara işlere atılma alışkanlığı, yaptıklarının sorumluluğunu üstlenme konusundaki müthiş yetisinden’ dolayı övdüğü on altıncı yüzyıldaki İtalyanlara denk hale getirmişti. İtalya’da olduğu gibi Japonya’da da ‘Ortaçağa özgü görgüsüzlük insanoğlunu son derece saldırgan ve dirençli