kol saatinden,” dedi Martin Beck. “Mermilerden biri göğsünden geçip sağ bileğine inmiş. Kol saatinin tam ortasını kırmış, Omega Speedmaster marka saat de uzmanımıza göre aynı saniye durmuş. Saatin kolları on biri üç dakika otuz yedi saniyeyi gösteriyordu.”
Gunvald Larsson ona pis pis baktı.
“Biz Komiser Stenström’ü tanıyoruz, zaman konusunda çok titizdi,” dedi Martin Beck üzgünce. “Saatçilerin ‘saniye manyağı’ dedikleri türde biriydi. Yani saati her zaman saniyesi saniyesine doğru zamanı gösterirdi. Sen devam et, Gunvald.”
“Köpekli bu adam Karlbergsvägen tarafından Norrbacka Caddesi üzerinden yaklaşıyordu. Hatta sokağın başladığı yerde otobüs onu geçmişti. Norrbacka Caddesi boyunca yürümesi yaklaşık beş dakikasını almış. Otobüs bu mesafeyi kırk beş saniyede kat etmiş. Adam yolda kimseye rastlamamış. Köşeye vardığında otobüsün, sokağın karşı tarafında durduğunu görmüş.”
“Eee, ne olmuş?” dedi Kvant.
“Kapa çeneni,” dedi Gunvald Larsson.
Kvant bir şey söylemek için öfkeyle ağzını açmayı düşündü ama Martin Beck’e bakıp tekrar kapattı.
“Camların kırıldığını görmemiş, ki bu arada bu iki harika arkadaş nihayet otobüsün içine girdiğinde de fark etmemişler. Fakat ön kapının açık olduğunu görmüş. Kaza olduğunu zannetmiş ve yardım getirmek için acele etmiş. Hesaplamış, açıkçası yanılmamış da. Norrback Caddesi’nin yokuşunu gerisin geri tırmanacağına son durağa gitmenin daha çabuk olacağını düşünmüş, Norra Stations Caddesi boyunca güneybatı istikametinde yürümeye başlamış.”
“Neden?” diye sordu Martin Beck.
“Çünkü hattın sonunda bekleyen bir başka otobüs olur diye düşünmüş. Şans bu ya, yokmuş. Onun yerine, maalesef devriye gezen bir polis arabasına rastlamış.”
Gunvald Larsson cam mavisi gözlerini Kristiansson ve Kvant’a çevirdi.
“Solna’dan bir devriye arabası, hani bir taşı kaldırırsın da altından böcekler kaçışır ya, aynı onun gibi kendi mıntıkalarından sessizce ayrılmışlar. Eee, sınırda, motorunuz çalışır durumda kaç dakikadır duruyordunuz?”
“Üç,” dedi Kvant.
“Daha doğrusu dört beş diyelim,” dedi Kristiansson.
Kvant ona yandan bir bakış fırlattı.
“O yönden gelen herhangi birini gördünüz mü?”
“Hayır,” dedi Kristiansson. “Köpek gezdiren o adama kadar kimseyi görmedik.”
“Demek ki katil, Norra Stations Caddesi boyunca güneybatıya doğru kaçmış olamaz ya da Norrback Caddesi’nden yukarı güneye gitmiş olamaz. Eğer yük trenleri istasyonuna geçmediğini düşünürsek geriye tek olasılık kalıyor. Tam ters yöndeki Norra Stations Caddesi.”
“Peki… istasyonun boş alanına gitmediğini nereden biliyoruz?” diye sordu Kristiansson.
“Çünkü orası siz ikinizin görünürdeki her şeyi ayağınızla çiğnemediği tek yerdi. Çitin üstüne tırmanıp oranın da içine etmeyi unutmuşsunuz.”
“Tamam, Gunvald, mesajın anlaşıldı artık,” dedi Martin Beck. “Güzel. Fakat her zamanki gibi sadede gelmen asırlar aldı.”
Bu yorum Kristiansson ve Kvant’ı cesaretlendirip aralarında rahatlama ve gizli bir anlaşmayla dolu bakışmalarına sebep oldu. Fakat Gunvald Larsson çıkıştı, “Eğer siz ikinizin o kalın kafası azıcık çalışıyor olsaydı, arabaya biner, katili yakalayıp getirmiş olurdunuz.”
“Ya da bizi de vururdu,” diye karşılık verdi Kristiansson.
“O herifi ele geçirdiğimde siz ikinizi bir güzel önüme katacağım,” dedi Gunvald Larsson vahşice.
Kvant duvar saatine çaktırmadan bakıp, “Artık gidebilir miyiz?” diye sordu. “Karım…”
“Evet,” dedi Gunvald Larsson. “Cehennemin dibine gidebilirsiniz!”
Martin Beck’in kınayan bakışlarından kaçıp, “Neden akıl edemediler ki?” dedi.
“Bazı insanların kafası biraz geç çalışır,” dedi Martin Beck dostça. “Bu sadece dedektiflere özgü bir şey değil.”
11
Kapıyı çarparak içeri giren Gunvald Larsson, “Şimdi düşünmeliyiz,” dedi kısaca. “Saat tam üçte Hammar’la brifing yapacağız. On dakika sonra.”
Telefonun ahizesi kulağında oturan Martin Beck, ona sinirle baktı ve Kollberg kâğıtlarından kafasını kaldırıp sıkıntıyla mırıldandı. “Sanki bilmiyoruz. Boş mideyle düşünmeye çalış da göreyim seni ne kadar kolaymış.”
Kollberg’i huysuzlaştıran nadir şeylerden biri de öğün atlamaktı. Şu saatte en az üç öğünü atlamıştı ve bu yüzden iyice karalar bağlamıştı. Dahası Gunvald Larsson’un o çok bilmiş ifadesinden az önce dışarı çıkıp bir şeyler yediğini anlayınca bu hiç de hoşuna gitmedi.
“Sen nerelerdeydin?” diye sordu şüpheyle.
Gunvald Larsson cevap vermedi. Adam yürüyüp masasına otururken Kollberg gözleriyle onu takip etti.
Martin Beck telefonu kapattı.
“Seni kemirip duran da ne?” dedi.
Ardından ayağa kalktı, notlarını alıp Kollberg’e doğru yürüdü.
“Laboratuvardan aradılar,” dedi. “Altmış sekiz el ateş edilmiş boş kovan saymışlar.”
“Kaç kalibre?” diye sordu Kollberg.
“Düşündüğümüz gibi. Dokuz milimetre. Altmış yedisi aynı silahtan çıkmış.”
“Ya altmış sekizinci?”
“Walther 7.65.”
“Şu Kristiansson denen herifin tavana sıktığı var ya,” diye açıkladı Kollberg.
“Evet.”
“O hâlde muhtemelen sadece bir manyak adam vardı,” dedi Gunvald Larsson.
“Evet,” dedi Martin Beck.
Plana dönerek orta kapılardan en genişinin içine bir X çizdi.
“Evet,” dedi Kollberg. “Adam orada durmuş olmalı.”
“Bu da şey demek oluyor…”
“Ne demek oluyor?” diye sordu Gunvald Larsson.
Martin Beck cevap vermedi.
“Ne diyecektin?” diye sordu Kollberg. “Bu ne demek oluyor…?”
“Stenström’ün neden ateş etmeye vakit bulamadığını,” dedi Martin Beck şüpheli bir şekilde, sağ elinin baş ve işaret parmağıyla burnunun dibini ovuşturdu.
Hammar kapıyı ardına kadar açıp içeriye girdi, Ek ve savcılıktan bir adam da arkasındaydı.
“Durum analizi,” dedi kısaca. “Telefon aramalarını kesin. Hazır mısınız?”
Martin Beck ona kederle baktı. Odaya aynı bu şekilde, beklenmedik bir anda ve kapıyı çalmadan girmek tam da Stenström’ün âdetiydi. Hemen hemen her seferinde. Son derece sinir bozucuydu o zamanlar.
“Elinizde ne var?” diye sordu Gunvald Larsson. “Akşam gazeteleri mi?”
“Evet,” diye cevap verdi Hammar. “Ne harikalar değil mi?”
Gazeteyi kaldırıp