hissetti.
Saat gece üçü on geçiyordu. Daha fazla bekleyemeyecekti. Her şey ona bağlıydı. En son ne zaman saat taktığını hatırlamıyordu. İçinde bir yerde saatler ve dakikalar sürekli ilerliyordu.
Aşağıda sofra örtüsünün üstünde her şey son derece sessiz ve sakindi. Birbirlerine sarılarak yatmışlar, müzik dinliyorlardı. Uyuyup uyumadıklarını bilmiyordu ama iyice kendilerinden geçmişlerdi ve hemen arkalarında durduğunun farkında bile değillerdi.
Yağmurluğunun üstündeki susturuculu tabancayı aldı. Hızla çevresine baktı, sonra grubun hemen arkasındaki ağaca doğru gitti, birkaç saniye kıpırdamadı. Son bir kez daha çevresine bakındı. Kimse yoktu. Yalnızdılar.
Bir adım attı ve üçünü de kafalarından vurdu. Beyaz peruklar kan içinde kalmıştı. Her şey o kadar çabuk olup bitmişti ki kendi bile tam olarak ne yaptığını anlayamamıştı ama artık şimdi üçü de birbirine sarılmış hâlde ayaklarının dibinde cansız yatıyordu.
Kasetçaları kapattı, çevreyi dinledi. Kuş seslerinden başka bir ses duyulmuyordu. Bir kez daha çevresine baktı. Elbette kendisinden başka kimse yoktu. Tabancasını peçetelerden biriyle sildi. Asla iz bırakmazdı.
Peçeteyi yere koydu ve az önce kahkahalar atan ölülere baktı. Şiir de işe yaramadı, diye geçirdi içinden. Tek farkımız şimdi dört kişiyiz, dedi kendi kendine. Her şey planladığı gibi olmuştu.
Kendine bir kadeh kırmızı şarap doldurdu. Aslında içkiyle arası pek yoktu ama dayanamamıştı. Sonra da peruklardan birini denedi. Sofradaki yiyeceklerin tadına baktı. Aç değildi.
Saat üç buçuk olduğunda yerinden doğruldu. Hâlâ yapacak birçok şey vardı. Orman erken kalkanların vazgeçemediği yürüyüş yeriydi. Yürüyüş yapanlardan birinin yolunu kaybedip buraya gelme olasılığını göz ardı edemezdi. Hiç kimse geceden kalan tek bir iz bile bulmamalıydı. En azından şimdilik.
Oradan ayrılmadan önce çantaları ve giysileri inceledi. Aradığını buldu. Üçünün de pasaportu çantalarındaydı. Pasaportları yağmurluğunun cebine yerleştirdi. Daha sonra bunları yakacaktı.
Son bir kez daha çevresine bakındı. Cebinden küçük bir fotoğraf makinesi çıkarıp fotoğraf çekti.
Yalnızca bir tane çekti. Her tarafa dağılmış kan dışında 18. yüzyıldan kalma bir piknik resmine benziyordu.
Yaz Dönümü Bayramı’nın sabahıydı. 22 Haziran Cumartesi. Hava çok güzel olacaktı. Sonunda Skåne’ye de yaz gelmişti.
BİRİNCİ KISIM
1
7 Ağustos 1996 Çarşamba günü Kurt Wallander az kalsın Ystad’ın doğusunda bir trafik kazasına kurban gidiyordu. Sabahın erken saatinde, altıyı biraz geçe kaza olmuştu. Österlen’den çıkmış Nybrostrand’a doğru gidiyordu. Birden Peugeot’sunun önünde beliren bir kamyon gördü. Wallander direksiyonu sağa kırarken kamyon da var gücüyle korna çalmıştı.
Wallander daha sonra arabasını yol kenarına çekti. Ancak o zaman neler olabileceğini algıladığında dehşete düştü. Midesi bulanıyor ve başı dönüyordu, bayılacağını sandı. Hâlâ direksiyonu sıkıca tutuyordu. Sakinleşmeye başladığında az önce başına gelenleri daha iyi algılamaya başlamıştı. Direksiyon başında uyuyakalmıştı. Bu yüzden de karşı şeride geçivermişti. Bir saniye daha uyumuş olsaydı şimdi ölmüş olacaktı. Kamyon onu paramparça edecekti.
Bu gerçeği algılamasıyla birden kendini bomboş gibi hissetti. O sırada aklına birkaç yıl önce Tingsryd’ın dışında arabayı iri boynuzlu bir geyiğe çarpmaktan son anda nasıl kurtardığı gelmişti. O sırada hava kararmıştı ve yoğun bir sis vardı. Oysa bu kez direksiyon başında uyuyakalmıştı.
Yorgunluk. Bunu anlayamamıştı. Bu yorgunluk haziran başında tatile çıkmadan kısa süre önce herhangi bir uyarı yapmadan kendini hissettirmeye başlamıştı. Bu yıl tatile her zamankinden daha erken bir tarihte çıkmıştı ama neredeyse tüm tatil boyunca yağmur yağmıştı. İşbaşı yaptıktan kısa süre sonra, Yaz Dönümü’nden hemen sonra, Skåne’de havalar ısınmaya ve güneş yüzünü göstermeye başlamıştı. Yorgunluğunu bir türlü üstünden atamıyordu. Oturur oturmaz hemen uyuklamaya başlıyordu. Kesintisiz ve yaklaşık on saatlik bir uykudan sonra bile yataktan kalkmakta zorlanıyordu. Araba kullanırken çoğu kez arabayı kenara çekip biraz kestirmek zorunda kalıyordu.
Birlikte Gotland’da dolaşırken kızı Linda da onun bu yorgun hâlini fark edince nedenini sormuştu. Tatillerinin son günlerinden birinde Burgsvik’te kaldıkları otelde Wallander yine son derece yorgun ve bitkin hissetmişti. Sabah erkenden Gotland’a gitmek için yola koyulmuşlar, Gotland’da saatlerce dolaşmışlar ve otele dönmeden önce de bir pizzacıda yemek yemişlerdi. Çok güzel bir gün geçirmişlerdi.
Linda, babasına bu yorgunluğunun nedenini sormuştu. Wallander kızını loş ışıkta bir süre izledikten sonra bu soruyu çok uzun zamandan beri sormaya hazırlandığını sezmişti, yine de omuz silkip üstünde durmamayı yeğledi. Sağlığında herhangi bir terslik yoktu. Her şey yolundaydı. İnsan tatilde elbette bütün gün yatakta yatacak değildi, dolaşmaktan biraz yorulmuş olabilirdi. Linda başka soru sormadı ama Wallander kızının kendisine inanmadığını anlamıştı.
Şimdi bu yorgunluğunu artık daha fazla göz ardı edemeyeceğini fark etti. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Bir hastalığın habercisi olabilecek diğer belirtilerin söz konusu olup olmadığını düşündü. Bazen geceleri bacağına giren kramp yüzünden uykudan uyanması dışında sağlığını tehdit eden herhangi bir şey yoktu. Ölüme ne denli yaklaştığının farkındaydı. Artık bu sinyalleri ciddiye alıp hiç zaman yitirmeden doktora gitmeliydi.
Arabayı çalıştırıp camları açtı. Ağustos olmasına karşın hava hâlâ çok sıcaktı. Wallander babasının Löderup’taki evine gidiyordu. Bu yoldan defalarca geçmesine rağmen hâlâ babasının evine gittiğinde onu yağlı boya kokulu stüdyosunda oturup resim yaparken bulacağını düşünüyordu. Keşke babası yine her zamanki gibi ön planda bir horoz olan ya da olmayan bir manzara ve ağaçların arasından bulutlara asılı gibi duran güneşin resmini yapıyor olsaydı.
Gertrud babasının stüdyoda bilincini yitirip yere düştüğünü Ys-tad emniyetine telefon edip haber verdiğinden bu yana iki yıl geçmişti. Wallander hâlâ nasıl telaşla arabasına atlayıp babasının Löderup’taki evine gittiğini çok net hatırlıyordu. Babasının öldüğüne bir süre inanamamıştı. Fakat bahçede Gertrud’u gördüğünde artık acı gerçeği kabul etmesi gerektiğini fark etmişti. Kendisini neyin beklediğini o anda anlamıştı.
İki yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. Hâlâ babasının evinde oturan Gertrud’u elinden geldiğince görmeye gitmişti ama yeterince değil. Babası öldükten ancak bir yıl sonra stüdyoyu boşaltmaya başlamışlardı. Toplam 32 adet bitmiş resim vardı stüdyoda. 1995 yılının Aralık ayında bir akşam mutfak masasının başında Gertrud’la birlikte babasının son resimlerini kimlerin alacağını saptamak için bir liste hazırlamışlardı. Wallander biri horozlu, diğeri horozsuz iki resmi kendine saklamış, bir tane Linda’ya vermiş, bir tane de eski eşi Mona’ya vermek üzere ayırmıştı. Kız kardeşi Kristina nedense babasının resimlerinden hiçbirini istememişti. Wallander buna doğrusu çok şaşırmıştı. Gertrud’da zaten birçok tablo olduğundan geri kalan 28 adet tabloyu dağıtmaya karar verdiler. Wallander kısa bir duraksamadan sonra ara sıra görüştüğü Kristianstad’daki bir polis arkadaşına da tablolardan birini yollamaya karar verdi. Gertrud’un akrabalarının da her birine birer tablo olmak üzere 23 tabloyu verdikten sonra ellerinde hâlâ beş tablo kalıyordu.
Wallander