ine/>
ÖN SÖZ
Kurt Wallander serisinin sekizinci ve son kitabını yazdıktan sonra hep aradığım ama asla bulamadığım alt başlık aklıma geldi. Her şey ya da en azından çoğu bittiğinde, alt başlığın doğal olarak “İsveç Kaygısı Üzerine Romanlar” olması gerektiğini anladım.
Serideki kitaplarda daima, “1990’larda İsveç refah devletine ne oluyor? Refah devletinin temeli artık sağlam değilse demokrasi nasıl hayatta kalacak? Bugün İsveç demokrasisinin bedeli çok mu yüksek ve artık ödemeye değmez mi?” gibi tek bir tema üzerinde durmama rağmen bu noktaya çok geç ulaştım.
Okurlardan aldığım mektupların çoğuna da tam olarak bu sorular hâkimdi. Birçok okurumun paylaşmaya değer bir sürü akıllıca fikri vardı. Gerçekten de Wallander’in, artan güvensizlik, öfke ve refah devleti ile demokrasi arasındaki ilişkinin iç yüzünü anlamak için bir tür sözcülük görevi gördüğü izlenimini edindim. Dünyanın hiç duymadığım yerlerinden uzun mektuplar ve zarif kartpostallar aldım, telefonla bana tuhaf saatlerde ulaşan ya da e-posta yoluyla benimle iletişime giren heyecanlı okurlarım oldu.
Refah devleti ve demokrasi konularının ötesinde başka sorular da soruldu. Bazıları, birçok okurumun keyifle keşfettiği tutarsızlıklar üzerineydi. Okurlarımın “hataları” gün ışığına çıkardığı hemen hemen tüm durumlar doğruydu. (Bu kitapta bile yeni tutarsızlıkların keşfedileceğini hemen ekleyeyim. Sadece, bu kitapta görünenin, olması gereken olduğunu söyleyeyim. Hiçbir editörün üzerine gölge düşmesin. Eva Stenberg’den daha iyisini bulamazdım.)
Ancak mektupların çoğu şu soruyu gündeme getiriyordu: Seri başlamadan önce Wallander’e ne olmuştu? Kesin bir tarih belirlemek gerekirse 8 Ocak 1990’dan önce neler yaşanmıştı. Karanlık Yüz başlarken Wallander erken bir kış sabahı çalan telefonla uyanıyor. İnsanların her şeyin nasıl başladığını merak etmesine büyük bir ilgi duyuyorum. Wallander sahneye ilk çıktığında kırk üç yaşına girmek üzereydi. Ama o zamana kadar uzun yıllar polislik yapmış, evlenip boşanmış, bir çocuğu olmuş ve bir ara Malmö’den Ystad’a taşınmıştı.
Okurlarım Wallander'in geçmişini merak ediyordu. Doğal olarak ben de bazen merak ettim. Bu dokuz yıl içinde arada bir çekmeceleri temizledim, tozlu kâğıt yığınlarını karıştırdım ve disketlerin arasında arama yaptım.
Birkaç yıl önce, beşinci kitap Yanlış Yol’u bitirdikten hemen sonra, serinin başlamasından çok önce gerçekleşen hikâyeleri kafamda yazmaya başladığımı fark ettim. Yine esas büyülü tarih, 8 Ocak 1990’dı.
Şimdi bu hikâyeleri topladım. Bazıları zaten gazetelerde yayımlandı. Hafifçe gözden geçirdim. Bazı kronolojik hatalar ve ölü kelimeler çıkarıldı. Hikâyelerden ikisi daha önce hiç yayımlanmadı.
Tabii ki bu hikâyeleri yayımlama nedenim masamı temizlemek değil. Bu kitabı geçen yıl yazdığım döneme bir ünlem işareti oluşturduğu için yayımlıyorum. Yengeç gibi bazen geriye gitmek iyi gelebilir. Başa, 8 Ocak 1990’dan önceki zamana.
Bir resmi tam olarak tamamlayamayız. Ama bence bunlar resmin bir parçası.
Gerisi sessizliktir ve öyle kalır.
Henning Mankell
Ocak 1999
WALLANDER’İN İLK VAKASI
1
Başta her şey sadece bir sisten ibaretti. Ya da belki de her şeyin beyaz ve sessiz olduğu, yoğun akan bir deniz gibiydi. Ölüm manzarası. Aynı zamanda Kurt Wallander’in yavaşça yerden kalkmaya başladığı sırada aklına gelen ilk düşünce buydu, ölür gibi olmuştu. Yirmi bir yaşındaydı. Genç bir polis, artık bir yetişkin sayılırdı. Sonra bir yabancı, bıçakla ona doğru koşmuştu ama kendini kurtaracak zamanı bulamamıştı.
Daha sonra sadece beyaz sis ve sessizlik kaldı.
Yavaş yavaş uyandı, yavaş yavaş hayata döndü. Kafasının içinde dönen görüntüler net değildi. Kelebekleri yakalar gibi onları uçarken yakalamaya çalıştı. Ancak izler kayıp gitti ve ancak büyük bir çaba sonrasında gerçekten ne olduğunu anlamaya başladı.
Wallander izinliydi. 3 Haziran 1969’du ve Mona’yı yeni deniz otobüsüne değil de Danimarka feribotlarından birine az önce bindirmişti. Kopenhag’a gidene kadar doyurucu bir yemek yiyebildiğiniz, eski ama emektar bir feribotla gidiyordu. Bir arkadaşıyla buluşacaktı, belki Tivoli’ye ve büyük ihtimalle giyim mağazalarına gideceklerdi. Wallander izinli olduğu için birlikte gitmek istemişti ama Mona kabul etmemişti. Kızlar baş başa olacaktı. Yanlarında erkek istemiyorlardı.
Teknenin limandan çıkışını izledi. Mona akşam dönecekti ve onu karşılamak için orada olacağına söz vermişti. Hava hâlâ şimdiki kadar güzel olursa yürüyüşe çıkacaklardı. Rosengård’daki dairesine döndü.
Wallander bu düşünceyle heyecanlandığını fark etti. Pantolonunu düzeltti, sonra caddeyi geçerek istasyona girdi. Oradan her zamanki gibi bir paket John Silver sigara aldı, binadan ayrılmadan önce bir tane yaktı.
Wallander’in o gün için hiçbir planı yoktu. Salı günüydü ve serbestti. Hem Lund’da hem de Malmö’de sık sık düzenlenen büyük Vietnam protestoları nedeniyle çok fazla mesai yapıyordu. Malmö’de çatışma çıkmıştı. Wallander bu durumu tatsız buluyordu. Protestocular ABD’nin Vietnam’dan çıkmasını istiyordu, Wallander bu konuda ne düşündüğünü tam olarak bilmiyordu. Bir gün önce Mona’yla bu konuyu konuşmaya çalışmıştı ama Mona’nın bu konudaki tek fikri protestocuların “baş belası” olduğu yönündeydi. Her şeye rağmen Wallander, dünyanın en büyük askerî gücünün, Asya’daki fakir bir tarım ülkesini bombalamasının –ya da üst düzey bir Amerikan askerî yetkilisinin dediği gibi “Taş Devri’ne döndürmesi”nin– pek doğru olmayacağı düşüncesinde ısrar edince Mona karşılık vermiş ve bir komünistle evlenmeye kesinlikle niyeti olmadığını söylemişti.
Bu konuşma Wallander’de hayal kırıklığı yaratmıştı. Tartışmayı devam ettirmediler. Mona’yla evlenecekti, bundan emindi. Açık kahverengi saçlı, sivri burunlu, ince çeneli kızla. Belki tanıdığı en güzel kız sayılmazdı ama her şeye rağmen istediği kişi oydu.
Geçen yıl tanışmışlardı. Ondan önce Wallander, şehirdeki bir nakliye ofisinde çalışan Helena adındaki kızla bir yıldan fazla bir süredir birlikteydi. Birden bir gün ona her şeyin bittiğini, başka birini bulduğunu söylemişti. Wallander ilk başta afallamıştı. Ondan sonra bütün bir hafta sonunu dairesinde ağlayarak geçirmişti. Kıskançlıktan deliye dönmüştü ve gözyaşlarını durdurabildikten sonra Merkez İstasyon’daki bara gitmiş, çok fazla içki içmişti. Sonra tekrar eve dönüp ağlamaya devam etmişti. Şimdi barın önünden her geçişinde o zamanı hatırlıyordu. Bir daha oraya ayak basmayacaktı.
Wallander birkaç aylık zor bir dönem geçirmiş, Helena’nın fikrini değiştirip geri dönmesi için yalvarmıştı. Ama geri dönmeyi kesin olarak reddetmişti, en sonunda da ısrarından o kadar rahatsız olmuştu ki Wallander’i polise gitmekle tehdit etmişti. Wallander yenilgiyi kabullenip geri çekilmişti ve garip bir şekilde, her şey bitmiş gibi hissetmişti. Helena yeni sevgilisiyle huzur içinde birlikte olabilirdi. Her şey bir cuma günü olmuştu.
Aynı akşam kanal üzerinde bir gezintiye çıkmış ve Kopenhag’dan dönerken örgü ören bir kızın yanında oturmuştu. Adı Mona’ydı.
Wallander düşüncelere dalmış şekilde kalabalığa doğru yürüdü. Mona ve arkadaşının şu anda ne yaptığını merak etti. Sonra bir hafta önce olanları düşündü. Protestolar kontrolden çıkmıştı. Yoksa durumu doğru değerlendirememiş miydi? Wallander ihtiyaç duyulana kadar arka planda kalması söylenen aceleyle toplanmış bir destek ekibindeydi. Ancak iş çığırından çıktığında çağrılmışlardı. Bu da durumu daha kötü hâle getirmekten başka bir işe yaramamıştı.
Wallander’in gerçekten siyaset konuşmaya çalıştığı tek kişi babasıydı. Babası altmış yaşındaydı ve Österlen’e taşınmaya karar vermişti. Babası, ruh hâlini tahmin etmekte zorlandığı değişken ruhlu bir insandı. Hatta bir keresinde çok sinirlendiği için neredeyse oğlunu evlatlıktan reddedecekti. Bu, birkaç yıl önce Wallander eve gelip babasına polis olacağını söylediğinde olmuştu. Babası her zamanki gibi yağlı boya ve kahve