Wallander polis olmak için eğitim alırken ölen annesinin kocasına nasıl katlanabildiğini sık sık merak etmişti. Wallander’in kız kardeşi Kristina, mümkün olan en kısa sürede evden ayrılacak kadar akıllıca davranmıştı ve şimdi Stockholm’de yaşıyordu.
Saat on olmuştu. Malmö sokaklarında yalnızca hafif bir esinti vardı. Wallander, NK mağazasının yanındaki kafeye girdi. Arbetet ve Sydsvenskan gazetelerini karıştırarak bir fincan kahve ve bir sandviç sipariş etti. Her iki gazetede de protestolarla bağlantılı olarak polisin tavrını öven veya eleştiren kişilerden editöre mektuplar gelmişti. Wallander hızla atlayıp geçti. Bunları okuyacak enerjisi yoktu. Yakında çevik kuvvet polisiyle daha fazla çalışmak zorunda kalmamayı umuyordu. Cinayet büroda polis olacaktı. Başından beri bu konuda netti ve bunu hiç gizlememişti. Sadece birkaç ay içinde şiddet olayları, hatta daha ağır suçlarla ilgilenen şubelerden birinde çalışacaktı.
Birden önünde biri durdu. Wallander kahve fincanını elinde tutuyordu. Kıza baktı. Uzun saçlı, on yedi yaşlarındaydı. Çok solgundu ve öfkeyle ona bakıyordu. Sonra öne eğilince saçları yüzüne düştü ve ensesini işaret etti.
“İşte,” dedi. “Tam burama vurdun.”
Wallander bardağını bıraktı. Hiçbir şey anlamamıştı.
Kız geri doğruldu.
“Ne demek istediğini gerçekten anlamıyorum,” dedi Wallander.
“Sen bir polissin, değil mi?”
“Evet.”
“Siz orada protestoya müdahale etmiyor muydunuz?”
Wallander sonunda anladı. Kız, üniformalı olmamasına rağmen onu tanımıştı.
“Ben kimseye vurmadım,” diye cevap verdi.
“Copu kimin tuttuğu gerçekten önemli mi? Oradaydın. Ve bize karşı savaşıyordunuz.”
“Toplu gösterilerle ilgili talimatlara uymadınız,” dedi Wallander ve sözlerinin ne kadar geçiştirme olduğunu hemen fark etti.
“Polislerden gerçekten nefret ediyorum,” dedi kız. “Kahvemi burada içecektim ama şimdi başka bir yere gitmeye karar verdim.”
Sonra da gitti. Tezgâhın arkasındaki garson kız Wallander’e, sanki bir müşteriye mal olmuş gibi sert bir bakış attı.
Wallander kahvenin parasını ödeyip çıktı. Sandviçini bitirmeden bıraktı. Kızla yaşadığı olay onu oldukça sarsmıştı. Sanki üzerinde bu lacivert pantolon, açık renkli gömlek ve yeşil ceket değil de üniforması varmış gibi hissediyordu.
Bu sokaklardan uzaklaşmalıyım, diye düşündü. Emniyette takılmalıyım, soruşturma toplantılarına katılmalıyım, suç mahalline bakmalıyım. Artık protestolardan uzaklaşmalıyım. Yoksa hastalık izni almam gerekecek.
Daha hızlı yürümeye başladı. Rosengård otobüsüne binip binmemesi gerektiğini düşündü. Ama egzersize ihtiyacı olduğuna karar verdi. Görünmez olup tanıdık kimseyle karşılaşmamayı istiyordu.
Ancak doğal olarak Halk Parkı’nın yakınında babasına rastladı. Kahverengi kâğıda sarılmış tablolarından birini taşırken yorulmuştu. Başı önde yürüyen Wallander, saklanmaya vakit bulamayacak kadar geç fark etti babasını. Babası garip bir şapka takmış ve kalın bir palto, eşofman ve çorapsız spor ayakkabı giymişti.
Wallander kendi kendine söylendi. Tam bir serseri gibi görünüyor, diye düşündü. Bari en azından düzgün giyinse.
Babası tabloyu bırakıp derin bir nefes aldı.
“Neden üniformalı değilsin?” diye sordu selam vermeden. “Polisliği bıraktın mı yoksa?”
“Bugün izinliyim.”
“Polislerin her zaman görevde olduğunu sanıyordum. Bizi tüm kötülüklerden koruyacaksınız ya.”
Wallander öfkesini kontrol etmeyi başarmıştı.
“Neden kışlık bir mont giyiyorsun?” diye sordu, sorusuna cevap vermeden. “Hava yirmi derece.”
“Olabilir,” diye yanıtladı babası, “ama elimden geldiğince terleyerek sağlıklı kalmaya çalışıyorum. Sen de denemelisin.”
“Yazın kışlık mont giyemezsin.”
“O zaman hastalanırsın.”
“Ama ben hasta değilim.”
“Henüz değilsin. Ama olacaksın.”
“Nasıl göründüğünden haberin var mı?”
“Zamanımı aynada kendime bakarak harcamam.”
“Haziranda kışlık şapka takamazsın.”
“Yiyorsa onu benden almaya çalış. O zaman seni şikâyet ederim. Bana saldırdığını söylerim. Anladığım kadarıyla sen de oradaydın ve protestocuları dövenlerden biriydin?”
Hayır, sen de mi, diye düşündü Wallander. Bu doğru olamaz. Bazen onunla siyaset hakkında konuşmaya çalışsam da ilgi alanına girmiyor. Ama Wallander yanılıyordu.
“Aklı olan herkes bu savaşa karşı çıkar,” dedi babası sert bir şekilde.
“Herkes kendi işini yapmalı,” dedi Wallander gergin bir sakinlikle.
“Sana ne söylediğimi biliyorsun. Asla polis olmamalıydın. Ama beni dinlemedin. Şimdi şu yaptığınıza bakın. Masum küçük çocukların kafalarına sopayla vuruyorsunuz.”
“Hayatım boyunca tek bir kişiye bile vurmadım,” diye öfkeyle yanıtladı Wallander. “Her neyse, biz sopa kullanmıyoruz, cop kullanıyoruz. Tabloyla nereye gidiyorsun?”
“Nemlendiriciyle değiştireceğim.”
“Neden nemlendiriciye ihtiyacın var?”
“Yeni bir yatakla değiştireceğim. Şimdiki yatağım sırtımı çok kötü ağrıtıyor.”
Wallander babasının alışıldık olmayan bir ticaret yaptığını, genelde istediği şeye ulaşmak için birkaç aşamalı alım satım yaptığını biliyordu.
“Sana yardım etmemi ister misin?” diye sordu Wallander.
“Polis korumasına ihtiyacım yok. Ama bir gece gel de kâğıt oynayalım.”
“Geleceğim,” dedi Wallander, “zamanım olduğunda.”
Kâğıt oynamak, diye düşündü. Can simidimiz.Babası tabloyu kaldırdı.
“Neden benim torunum yok?” diye sordu.
Ama cevap beklemeden gitti.
Wallander durup arkasından baktı. Babası Österlen’e taşındığında rahatlayacağını düşündü. Böylece tesadüfen de olsa onunla karşılaşma ihtimali düşerdi.
Wallander, Rosengård’da eski bir binada yaşıyordu. Tüm bölge sürekli yıkım tehdidi altındaydı. Mona, evlenirlerse başka bir yer bulmak zorunda kalacaklarını söylemişti ama o burada mutluydu. Dairesi bir oda, bir mutfak ve küçük bir banyodan oluşuyordu. Burası tek başına yaşadığı ilk evdi. Mobilyaları müzayedelerden ve çeşitli ikinci el dükkânlarından satın almıştı. Duvarda çiçek ve ada posterleri vardı. Babası bazen ziyarete geldiğinden, tablolarından birini kanepenin üzerindeki duvara asmak zorunda hissetmişti. Horoz olmayanını seçmişti.
Odadaki en önemli şeyse pikaptı. Wallander’in çok fazla plağı yoktu, olanlar da neredeyse sadece operaydı. Eve çağırdığı bazı meslektaşları böyle müzikleri nasıl dinlediğini sormuşlardı hep. Bu yüzden misafirlere çalmak için