anlatıcısıdır.
Hanımefendi: Romanda iki hanımefendi vardır. İlk iki bölümdeki hocanın eşi (Şizu) ve son bölümdeki pansiyon sahibesi.
Küçükhanım: Son bölümdeki pansiyon sahibesinin kızı.
K: Son bölümde hocanın arkadaşı.
Bunlardan başka anlatıcının anne, baba, abla, enişte ve abisi, hocanın amcası gibi birkaç alt karakter de bulunmaktadır.
Romanın birinci bölümünde, anlatıcı (ben) ve “hocam” dediği kişinin tanışması ve aralarında gelişen ilişki anlatılmaktadır. Meiji2 döneminin Japonya’sında bir üniversite talebesi olan “ben” hocasıyla ilk defa Kamakura’da bir kumsalda karşılaşacaktır. Birçok yönden esrarengiz bulduğu hocasına, kendisinin de tam açıklayamadığı bir sebeple daha da yakın olmak isteyecektir. Birinci bölüm ben ile hocası arasındaki samimiyetin giderek artmasıyla meydana gelecek olayları anlatmaktadır.
İkinci bölümde ise anlatıcının ailesiyle geçirdiği zamandan bahsedilmektedir. Babasının rahatsızlığı ve üniversiteden mezun olması sebebiyle Tokyo’dan ayrılıp memleketine dönen “ben” ile ailesi arasında geçen olaylar anlatılmaktadır. Üçüncü bölüm, “hoca” ile ilgili sır perdesinin aralandığı romanda o âna değin oluşan soru işaretlerinin bir bir ve yavaş yavaş cevap bulduğu bölümdür. Bu bölümde romanın en esrarengiz karakterlerinden biri olan K de sahneye çıkmaktadır.
Sōseki’nin bu romanına ilham kaynağı olduğu söylenen şöyle bir olay vardır:
İmparator Meiji’nin vefatının ardından, sadık Generali Nogi, eşiyle birlikte sadakat intiharına teşebbüs edecektir. Burada sadakat intiharı diye çevirdiğimiz eylemin Japonca adı junşi olup, eski samuray geleneğine göre efendisinin ölümü ardından sadakatin bir ifadesi olarak ona bağlı olan samurayların da intihar etmesi anlamına gelir. Nogi, ölümünün ardından bıraktığı yazıda intihar sebebini anlatmıştır. İmparator güçleriyle isyancılar arasında çıkan bir savaşta General Nogi bayrağını düşmana kaptırmış ve bunun utancıyla intihar etmeyi düşünmüştür. Lakin İmparator’a olan bağlılığı sebebiyle intihar edemeyip İmparator’un vefat edişine kadar geçen otuz küsur yıl boyunca bu arzusunu içine gömmek durumunda kalmıştır. Nihayet İmparator’un vefatıyla intihar etme “özgürlüğüne” kavuşmuştur. Sōseki’nin bu romanında bu vakanın derin etkileri olduğu söylenebilir.
Gönül’ün Çevirisi Üzerine
Küçük Bey’den sonra Natsume Sōseki’nin Türkçeye çevrilen ikinci eseri olan Gönül, Japonca aslından Türkçeye doğrudan çevrilen az sayıda romandan biridir.
Denilebilir ki Türkçede “gönül” gibi gerekli anlam derinliğini haiz bir kelime bulunmasaydı, bu kitabın Türkçe başlığı “Kokoro” olarak kalabilirdi. Zaten İngilizce başta olmak üzere birçok dile yapılan çevirilerinde de başlığın “Kokoro” olarak kaldığını görüyoruz.
Kitap başlığının Türkçesine aday olan “kalp” ve “yürek” gibi kelimeleri bir kenara itip “gönül”ü seçişimizin sebebini İskender Pala’nın aşağıdaki sözleriyle açıklamış olalım.
Gönül, bedenimizde bulunan yürek değildir. Kalp kelimesi de onu tam olarak karşılamaz. Her ne kadar bu üç kelime birbirleri yerine kullanılıp, birbirlerinin anlamlarını ödünç alsalar da (acısı yüreğime işledi, kalbimi kırdın, gönül almak vb.), bugünkü kullanımda “yürek” ziyadesiyle maddî bir et parçasını (yürek-böbrek, kuzu yüreği vb.); “kalp” itina isteyen ve insanın hayat çekirdeği olan yarı soyut bir uzvu (kalp-damar cerrahisi, kalp hastası, kalpsiz adam vb.), “gönül” ise tamamen soyut bir varlığı (Gönül Allah’ın evidir, gibi) nitelemektedir. İnsan anatomisinde duygu ve heyecanlar genellikle kalbe etki eder ve onun atışını hızlandırır. Yani duyguya dönüşen tefekkür kalp denen merkezde biriktiği vakit insan maddeden manaya yükselir. İşte gönül bu mananın adıdır. İnsan kalbe akseden mana ile gönlünü tanır ve kendisinin gönül ile var olduğunu idrak eder (gönlünce yaşamak, gönlüne hoş gelmek, gönlüne göre olmak vb.).
Çevirmenin okurlardan isteği, kitabın ağırlığına yenilmeden ve sabırla okumalarını sürdürmeleridir. Bu amaçla çeviri birçok dipnotla desteklenerek içeriğin daha anlaşılır olması sağlanmıştır. Ayrıca çevirinin ikinci basımında birçok yerde yazım ve dilbilgisi, birkaç yerde de çeviri düzeltmeleri yapılarak eser daha anlaşılır bir hale getirilmiştir.
Sayfalar ilerledikçe yazarın üslubuna alışılacak, düşünsel ve edebi zevk şeklinde bu sabrın semeresi alınacaktır. Aslında eser günümüz dünyasında yaşayan bir Japon için bile eski sayılacak bir dilde yazılmıştır. O zamanın yaşam ve düşünce tarzı kitaba hâkimdir. Her ne kadar öyle olsa da, okuyucunun, bütün bu öğeler içinden yazarın insan gönlüne dair evrensel görüşlerini sağıp çıkarabilmesi gayet mümkündür.
Gönlünüzde iz bırakan bir okuma deneyimi olması dileğiyle…
Birinci Bölüm
Hocam Ve Ben
1
Ona hep “hocam” diye hitap ettim. Bu sebeple burada da sadece “hocam” diye söz edecek ve gerçek ismini açıklamayacağım. Açığa çıkmasından çekinmekten ziyade, böylesi bana daha doğal geldiği için. Ne zaman onu aklımdan geçirsem, hemen “Hocam” diyesim gelir. Elime kalemi aldığımda da aynı duyguya kapılıyorum. Ondan söz ederken baş harflerini kullanma resmiyeti hiç hoşuma gitmez.
Hocamla tanışmamız Kamakura’da3 gerçekleşti. O zamanlar ben gencecik bir talebeydim. Yaz tatilini değerlendirip denize giden arkadaşımdan “Mutlaka gel,” diyen bir kartpostal alınca, bir miktar para biriktirip gitmeye karar vermiştim. Parayı denkleştirmem ise iki üç günümü almıştı. Ne var ki Kamakura’ya geleli daha üç gün olmuşken, beni oraya çağıran arkadaşım, hemen memlekete dönmesini isteyen bir telgraf aldı. Telgrafta annesinin hasta olduğu yazıyordu ama arkadaşım buna inanmıyordu. Bir süredir ailesi, yakın çevreden bir kızla istemediği bir evlilik yapması için arkadaşıma baskı yapıyordu. Modern anlayışa göre, evlenmek için çok gençti. Dahası söz konusu kişiden de pek hoşlanmamıştı. Bu sebeple yaz tatilinde normalde memleketine dönmesi beklenirken, bile bile bundan sakınıp Tokyo civarlarında vakit geçirmekteydi. Bana telgrafı gösterip “Ne yapmalı?” diye sordu. Doğrusu bilemiyordum. Ama annesi gerçekten hastaysa kesinlikle dönmesi gerekirdi. O da sonunda dönmeye karar verdi. Onca zahmetle gittiğim oracıkta tek başıma kalakalmıştım. Okuldaki derslerin başlamasına daha epeyce zaman olduğu için Kamakura’da kalmakta ya da memlekete dönmekte özgürdüm. Böyle bir durumda bir müddet daha halihazırda müşterisi olduğum pansiyonda kalmakta karar kıldım.
Arkadaşım Çūgoku4 bölgesinden varlıklı bir ailenin çocuğuydu ve maddi sıkıntısı da yoktu ama genç bir mektepli olması sebebiyle yaşam seviyesi benimkinden pek farklı değildi. Bu yüzden yalnız başıma kalınca daha makul bir pansiyon arama sıkıntım olmamıştı. Pansiyonum, Kamakura gibi bir yer için bile ücra denecek bir konumdaydı. Bilardo ve dondurma gibi modern eğlencelikler için çeltik tarlaları boyunca uzun bir yolu göze almak gerekiyordu. Faytonla gidilse yirmi kuruş tutuyordu. Ama orada burada birkaç müstakil yazlık da vardı. Denize de oldukça yakın olduğundan yüzmeye gitmek için çok elverişli bir konumdaydı.
Her gün denize yüzmeye gidiyordum. Köhne kulübeler arasından geçip kumsala çıkınca, kumsalın “Böyle bir yerde bu kadar şehirli mi kalıyormuş?”