diye hocamı yan odaya çağırdı. Aralarında ne geçtiğini bilemiyordum. Hocam olup biteni tahmin etmeme fırsat vermeyecek bir hızla misafir odasına geri döndü.
“Velhasıl bana çok güvenmeseniz iyi olur. Sonunda pişman olursunuz çünkü. Sonra da aldatılmanıza karşılık zalimce bir öç almaya kalkışırsınız.”
“Bu da ne anlama geliyor şimdi?”
“Vaktinde dizimin dibinde el pençe divan durdunuz; sonradan başımı ayaklarınız altına almak isteyeceksiniz. Ben yarınki hakaretinize uğramamak için bugünkü takdirinizden feragat etmeyi yeğliyorum. Şimdikinden katbekat çetin olacak gelecekteki yalnızlığıma dayanmak yerine, şimdiki yalnızlığıma katlanmayı tercih ediyorum. Özgürlük, bağımsızlık ve benlik dolu günümüz dünyasına doğmuş bizler bunun bedelini yalnızlığa kurban olarak ödemek zorundayız.”
Böyle bir görüşe sahip olan hocam karşısında diyecek söz bulamamıştım.
15
O günden sonra hanımefendinin yüzünü her görüşümde aklıma takılan bir şey vardı. Acaba hocam hanımefendiye karşı hep bu tavrı mı takınıyordu? Şayet öyleyse hanımefendi bundan memnun muydu?
Hanımefendinin halinden hoşnut mu yoksa rahatsız mı olduğuna karar vermek mümkün olmuyordu. Bu, kendisine pek o kadar yakın olma fırsatı bulamamamdan kaynaklanıyordu. Aynı zamanda kendisiyle görüştüğümüz zamanlarda normal bir tavır takınmasından ve son olarak da hocamın bulunmadığı bir ortamda hanımefendiyle hemen hemen hiç baş başa kalamamamızdan ileri geliyordu.
Bundan başka sorularım da vardı. Hocamın insanlığa dair bu algısı nereden geliyordu? Yoksa bu sadece eleştirel bir gözle kendini okuması ve modern dünyayı gözlemlemesinin bir sonucu muydu? Hocam oturup tefekkür etme eğiliminde bir insandı. Onun kafa yapısında birinin oturup toplum hakkında tefekkür etmesi akabinde doğal olarak böyle bir tutum mu ortaya çıkardı?
Bana hepten öyle gibi de gelmiyordu. Hocamın düşünceleri hayatın içinden geliyor gibiydi. Ateşte yandıktan sonra soğumaya yüz tutmuş bir taş ev iskeletinden farklıydı bu yönüyle. Gördüğüm kadarıyla hocam tam bir düşünürdü. Lakin bu düşünürlüğünden kaynaklanan felsefesinin temeli sağlam gerçeklerle bina edilmişe benziyordu. Başkalarının gerçekleri değil bizzat kendisinin tüm şiddetiyle acısını tattığı bir gerçek, kanını kaynatacak, nabzını durduracak bir gerçek yatıyordu işin altında.
Bu benim kendi sezgilerimle tahmin ettiğim bir şey değil. Bizzat hocam öyle olduğunu itiraf etmişti. Lakin bu itiraf üst üste yığılı bir bulut kümesi gibiydi. Dimağım aslı meçhul bir korku perdesiyle örtülmüştü. Neden korktuğumu ben de bilmiyordum. İtirafı belirsizdi. Buna rağmen açıkça sinirlerimi altüst etmişti.
Hocamın bu hayat görüşünün temelinde şiddetli bir aşk hikâyesi yattığı tahminini yürüttüm. Elbette hocam ve hanımefendi arasında geçmiş olan bir hikâye… Hocamın önceki “Aşk suçtur,” lafından yola çıkarsak bu oldukça iyi bir başlangıç noktası olabilirdi. Fakat hocam halen hanımefendiye âşık olduğunu bana itiraf etmişti. Yani ikisi arasındaki bir aşktan böyle karamsar bir sonuç çıkması mümkün görünmüyordu. Hocamın önceden dediği “Vaktinde dizimin dibinde el pençe divan durdunuz; sonradan başımı ayaklarınız altına almak isteyeceksiniz,” ifadesi, günümüzde sıradan biri hakkında söylenecek bir söz olmakla birlikte, hocam ve hanımefendiye yakışmayacak bir şeydi.
Zōşigaya’daki, kimin olduğunu bilemediğim mezar… Bu da ara sıra aklıma gelirdi. Hocamla bu mezar arasında köklü bir bağlantı olduğunu biliyordum. Hocamın yaşamına yakınlaşmakla beraber, kafasındaki yakınlaşamadığım hayatın bir parçası olan bu mezar benim kafamda da yer etmişti. Ancak benim için bu mezar, tamamen ölmüş bir şeydi. İki kişinin arasındaki hayat kapısını aralayan bir anahtar değildi. Daha çok özgürlükten alıkoyan kötü bir ruh gibiydi.
Derken hanımefendiyle karşılıklı görüşmemizi icap ettirecek başka bir fırsat doğdu. Günlerin kısalmak bilmediği, havanın soğuğunu herkese hissettiren bir güz mevsimiydi. Hocamın muhitinde üç dört gündür hırsızlık vakaları görülüyordu. Hepsi de akşamüstü meydana gelmişti. Önemli bir şeyini çaldıran bir hane yoktu ama hırsız her girdiği evden muhakkak bir şeyler götürüyordu. Hanımefendi tedirgindi. Üstüne hocamın bir akşam evden ayrılmasını gerektirecek bir işi çıkmıştı. Hemşerisi olup bir taşra hastanesinde çalışmakta olan bir arkadaşı Tokyo’ya geldiğinden, hocamın başka iki üç ahbabıyla birlikte bu arkadaşını yemeğe götürmesi gerekiyordu.
Hocam durumu anlatıp kendisi eve dönene kadar beklememi rica etti. Hemen kabul ettim.
16
Gittiğimde lambaların yeni yeni yakılacağı bir alacakaranlık vardı ki tedbiri elden bırakmayan hocam evden gideli çok olmuştu. “Geç kalmak olmaz deyip az önce çıktılar,” diyen hanımefendi beni kütüphane odasına buyur etti.
Kütüphanede masa ve sandalyeden başka birçok kitabın alımlıca yan yana dayalı sırtları, vitrin camından süzülen elektrik lambasının ışığıyla aydınlanıyordu. Hanımefendi hibaçinin26 önüne koyduğu mindere beni oturtup, “İsterseniz oradaki kitaplara göz atarak oyalanın,” diyerek odadan ayrıldı. Ev sahibinin gelmesini bekleyen bir ziyaretçiymişim hissine kapılıp sıkıldım. Öylece oturup sigara içmeye koyuldum.
Hanımefendinin ça no ma’da27 hizmetçi kıza bir şeyler dediği duyuluyordu. Kütüphane oturma odasının kenarıyla kesişen köşeye tekabül ettiğinden konumu itibarıyla misafir odasına nazaran daha sakindi. Bir an hanımefendinin sükûtuyla ortam sessizliğe büründü. Ben de hırsızı bekler bir edayla derin bir teyakkuz halinde etrafa göz kulak oldum.
Yarım saat kadar sonra hanımefendi, kütüphane girişinde tekrar belirdi. “Aaa!” deyip gözlerinde hafif bir şaşkınlık ifadesiyle bana baktı. Bir misafir gibi öylece resmi bir tavır takınmış halde duruşumu garipsemişlerdi.
“Biraz sıkılıyorsunuz herhalde.”
“Yok sıkılmıyorum.”
“Ama herhalde sıkıcı olsa gerek.”
“Yok, yok. Hırsız gelir mi endişesi sıkılmama imkân vermiyor.”
Hanımefendi elinde çay kâsesi olduğu halde gülerek orada dikiliyordu.
“Burası köşede kaldığından nöbetçilik için iyi bir konumda olmasa gerek,” dedim.
“O zaman bir zahmet biraz daha öne gelebilir misiniz? Sıkılmışsınızdır diye düşünüp çay koymuştum. Lütfederseniz oturma odasında ikram edeyim.”
Hanımefendinin peşi sıra kütüphaneden ayrıldım. Oturma odasında narin bir nagahibaçinin28 üstünde çaydanlık fokurduyordu. Hanımefendi bana çay ve şeker ikram etti. Kendisi “Uykum kaçar,” diyerek çaydan almamıştı.
“Galiba hocam ara sıra böyle meclislere iştirak ediyor gibi, değil mi?”
“Hayır, hemen hemen hiç gitmezler. Son zamanlarda insan yüzü görmekten iyice hoşlanmaz oldular.”
Hanımefendide bunları söylerken pek o kadar telaş ifadesi olmamasından cesaret aldım.
“O zaman sadece hanımefendi bir istisna mı oluyor?”
“Hayır, ben de nefret edilenlerdenim.”
“Bu doğru değil,” dedim.
“Bunun yalan olduğunu bildiğiniz halde böyle söylüyor olmalısınız.”
“Neden