Джером К. Джером

Aylak bir adamdan aylak düşünceler


Скачать книгу

atarsın. Yatakta birkaç saat bir o yana bir bu yana döner, monotonluğu üzerinden atmak için de arada bir yataktan çıkıp kıyafetlerini tekrar giyersin. Sonunda huzursuz ve aralıklı bir uykuya dalar, kötü rüyalar görür ve ertesi sabah geç kalkarsın.

      En azından biz zavallı bekar erkeklerin bu şartlar altında yapabileceği bu kadardır. Evli erkekler eşlerine çatar, akşam yemekte söylenir ve çocukların yatağa gitmesi için diretirler. Tüm bunlar ev ortamında fazlaca huzursuzluk yaratsa da kederli hisseden bir adama büyük huzur verir. Ne de olsa kavgalar, ilgi duyabileceği tek eğlence kaynaklarıdır.

      İlletin bulguları her koşulda aynıdır ancak illetin kendisi çeşitli şekillerde zuhur edebilir. Şair, “üstüne bir mutsuzluğun çöktüğünü” söyler. Arry, Jimee’ye tutarsız yüreğinin iniş çıkışlarını “geçici aksilikler” olarak adlandırdığını belirtir. Kardeşin, bu gece ne problemi olduğunu bilmiyordur. Toptan keyifsiz hissediyor ve başına bir şeyin gelmemesini umuyordur. Her gün genç hisseden adam “seninle görüştüğü için aşırı sevinçlidir”, çünkü “bu gece kendini fazlasıyla perişan hissediyordur.” Bana gelince, genelde “bu gece içimde tuhaf, ne idüğü belirsiz bir his var,” der ve “dışarı çıksam iyi olur,” diye söylenirim.

      Bu arada, bu his akşam vakti hariç hiçbir zaman uğramaz. Güneş açmışken, dünya hayat dolu biçimde dönerken iç çekip surat asamayız. Çalışma gününün uğultusu, küçük perilerin kulağımıza fısıldadığı düşük tonlu besteyi boğar adeta. Gün içinde sinirli, hayal kırıklığına uğramış veya içerlemiş bir haldeyizdir ama asla “kederli” ve melankolik değilizdir. İşler sabah saat 10’da ters gittiğinde biz, daha doğrusu sen, küfreder, mobilyaları devirirsin ama talihsizlik akşam 10’da kapıyı çalarsa, şiir okur ya da karanlıkta oturup dünyanın ne kadar boş olduğunu düşünürüz.

      Ama genelde bizi melankolik yapan, bela değildir. Gerçeklik, duygusallığa izin vermeyecek kadar acımasızdır. Bir resme ağlar dururuz ama orijinalinden çabucak gözlerimizi kaçırmalıyızdır. Gerçek acıda dokunaklı bir yan, gerçek tasada lüks bir nokta yoktur. Keskin kılıçlarla oyun oynamaz, kemirgen bir tilkiyi mıncıklamayı seçmeyiz. Bir adam ya da kadın bir üzüntüye saplanıp kalır da onu hafızasında canlı tutmaya gayret ederse, onun artık bir acı olmadığına emin olabilirsin. Başlarda ondan ne kadar acı çekmiş olurlarsa olsunlar, hatırlanan şey artık bir zevk haline gelmiştir. Her gün lavanta kokulu çekmecelerde duran küçük ayakkabılara bakıp onlarla tıpış tıpış yürümüş minik ayakları düşünen bir sürü değerli yaşlı hanım ve her gece yastıklarının altında, tuzlu suların yuttuğu bir erkeğin başından aşağı kıvrılan saçları saklayan güzel yüzlü genç hanımlar benim iğrenç, alaycı bir canavar olduğumu ve saçmaladığımı söyleyeceklerdir ancak yine de inanıyorum ki kendilerine dürüst bir şekilde hâlâ üzüntülerine takılıp kalmayı tatsız bulup bulmadıklarını sorarlarsa cevabın “hayır” olduğunu göreceklerdir. Kimi ruhlar için gözyaşları da kahkahalar kadar tatlıdır. Eski tarihçi Froissart’tan tanıdığımız, dillere destan İngiliz erkeği zevklerini üzüntüyle kabul ederken İngiliz kadını bir adım öteye gidip zevklerini doğrudan üzüntüden alır.

      Dalga geçmiyorum. Bu zorlu, yaşlı dünyada kalpleri yumuşak tutmaya yardımcı olan hiçbir şeyle, bir an olsun dalga geçmem. Biz erkekler herkese yetecek kadar soğuk ve akılcıyız zaten; kadınlar da aynı olsun istemeyiz. Hayır, hayır, sevgili bayanlar, her zaman duygusal ve yufka yürekli olun. Bizim işlenmemiş, kuru ekmeğimizin yumuşatıcı tereyağı olun. Hem ne de olsa, bizim için eğlence neyse, kadınlar için de duygular odur. Bizim mizah anlayışımızı sevmiyorlar; öyleyse onların kederlenme haklarını ellerinden almak elbette ki adil olmaz. Hem kim onların eğlence tarzlarının bizimki kadar hassas olmadığını iddia edebilir ki? Ne diye gülmekten yerlere yatmış bir bedenin; buruşuk, mor bir suratın ve çıkardığı kulak tırmalayan seslerle açık bir ağzın küçük, beyaz bir ele dayanmış; düşünceli bir surattan ve nazik, akıtacak yaşı kalmamış, kaybolan bir geçmişten Zaman’ın karanlık sokağına bakan bir çift gözden daha akılcı bir mutluluğa işaret ettiğini varsayıyoruz ki?

      Pişmanlık’la arkadaş olup yüründüğünü gördüğümde mutlu olurum. O zaman mutlu olurum, çünkü bilirim ki yaşlardaki tuz akıp gitmiş ve şiddet, biz bir daha onun solgun dudaklarını kendimizinkilere değdiririz diye Hüznün güzel yüzünden koparılıp alınmıştır. Zaman iyileştirici elini yaranın üzerine değdirmiştir; artık bizi bir zamanlar bayıltmış acıya tekrar dönüp bakabiliriz. Acı veya umutsuzluk yükselmez artık yüreğimizden. Geçmiş belalarımıza karşı artık yalnızca eski şövalye yürekli Albay Newcome’ın yoklama alınırken “buralarda” dediğindeki veya Tom ve Maggie Tulliver’ın onları ayıran sisler arasından ellerini kenetlemeleri ve birbirine kilitli ellerin, Floss’un kabarık sularının altına doğru gidişindeki mutluluk ve hüznün tatlı karışımını hissederiz. Yük artık ağır değildir.

      Zavallı Tom ve Maggie Tulliver’dan bahsedince aklıma George Eliot’ın bu melankoli konusuyla ilintili bir sözü gelir. Bir yerde, “bir yaz akşamının hüznünden” bahseder. Ne kadar da doğrudur bu gözlem – tıpkı o muhteşem kalemden gelen diğer her şey gibi! Kim o ağır ağır gözden kaybolan günbatımlarındaki kederli büyüyü hissetmemiştir? Dünya, gün ışığını sevmeyen; düşünceli, çukur gözlü bir genç kıza, Melankoli’ye aittir. “Işık koyulaşana ve karga kayalık ormana kanat çırpana kadar” ormandan bir şey çalmaz. Sarayı alacakaranlık diyarındadır. Bizimle orada buluşur. Gölgeli kapısında elimizi kendi avcunun arasına alır ve mistik krallığı boyunca yanımızda yürür. Şeklini şemalini görmeyiz ama kanat çırpışını duyar gibi oluruz.

      Çalışması bitmeyen can sıkıcı şehirde bile ruhu gelir bize. Her bir uzun, donuk sokağa karamsar bir hava hakimdir ve karanlık nehir, hayalet gibi siyah kemerler altından, sanki çamurlu sularında bir tür sır taşırmış gibi, süzülür.

      Sessiz kırda ağaçlar ve çitler uzakta belirip, yükselen gece görüntüsünde bulanıklaşınca, yarasanın kanadı yüzümüzde pır pır edince ve bıldırcın kılavuzunun ötüşü hüzünlü şekilde tarlalar boyu yankılanınca büyü yüreğimize daha derin saplanır. O saatte görünmez bir ölüm yatağının başında duruyor gibi oluruz ve karaağaçların sallanışında ölen günün iç çekişini duyarız.

      Vakur bir hüzün hüküm sürer. Etrafımızda muhteşem bir dinginlik vardır. Çalıştığımız günün dertleri küçülür ve önemsiz bir hâl alır ve peynir ekmek, hatta öpücükler bile, uğruna çaba sarf etmeyi hak edecek yegâne şeyler gibi görünmez gözümüze. Konuşamadığımız ama sadece duyduğumuz düşünceler sel olup üzerimize hücum eder ve dünyanın kararan kubbesi altındaki durağanlıkta bekleyen bizler de önemsiz hayatlarımızdan daha fazlası olduğumuzu hissederiz. O kapkara perdelerle çevrelenmiş dünya artık sönük bir işyeri değil, insanoğlunun içerisinde ibadet edebileceği ihtişamlı bir tapınaktır ve elleri burada, bu loşlukta zaman zaman Tanrı’nınkilerle buluşur.

      Beş Parasız Olmak Üzerine

      Fevkalade bir şeydir. Zekice hazırlanmış ve orijinal bir şey yazma niyetiyle oturdum ama zekice hazırlanmış ve orijinal bir şey bulamadım – en azından şu an için. Şu an düşünebildiğim tek şey, beş parasız olmak. Sanırım ellerimin ceplerimde olması bana bunu düşündürdü. Kız kardeşlerim, kuzenlerim veya halalarımla oturmadığım sürece daima ellerim ceplerimde olur. Onlarlayken öyle büyük bir arbede çıkarırlar (pardon, “ikna edici şekilde uyarırlar” demeliydim) ki pes edip onları çıkarmam gerekir – ellerimi yani. Karşı çıkmalarının nedeni, hiç centilmence olmamasıymış. Nedenini anlayabilirsem asın beni! (Özellikle başka insanların yanında) ellerini başkalarının