v, 15 Mayıs 1891’de Kiev’de doğdu. İki erkek, dört de kız kardeşi vardı ve ailenin en büyük oğluydu. Lisedeyken tiyatro ile çok ilgiliydi. 1909 yılında Kiev Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaydoldu ve mezuniyetinden sonra mecburi hizmetini yerine getirmek üzere bir süre köylerde yaşadı. 1918’de Kiev’e geri döndü ve evinde özel bir muayenehane açtı. Devrim dönemi Ukrayna’sının karmaşık siyasi ortamında, Beyazlar tarafından, saha doktoru olarak orduya alındı ve Kafkasya’ya gönderildi. 1919’un sonlarına doğru ordudan ayrıldı. Bu aynı zamanda yazmaya başladığı yıldı. Şöyle diyordu: “1919’da trenle bir gece yolculuğu sırasında bir kısa öykü yazdım. Trenin durduğu şehirde, bu öyküyü alıp oranın yerel gazetesine götürdüm, onlar da yayımladılar.”
1924’te, Çar ordusuna mensup subaylar ve Rus entelektüellerinin yaşadıklarını konu edinen, Aralık 1918 ile 1919 yılının ilk aylarında, Ukrayna›daki iç savaş esnasında geçen Beyaz Muhafız adlı romanını yazdı. Diğer iki kısa romanı, Ölümcül Yumurtalar (1924) ve Köpek Kalbi (1925) ise bir bilim adamının hayatıyla ve buluşunun amacı dışında kullanılmasıyla ilgiliydi.
5 Ekim 1926’da Moskova Sanat Tiyatrosu, Bulgakov’un Beyaz Muhafız romanının bir uyarlaması olan Turbinlerin Yaşamı adlı oyunu sahneledi. Fakat Bulgakov’un çalışmalarına, basının tepkisi genellikle düşmancaydı. Kendisi bu konuda şunları söylemiştir: “Gazetelerden kestiğim kupürleri incelerken, edebiyat alanında ürünler verdiğim on yıllık dönemde Sovyet basınında benden 301 kez söz edildiğini keşfettim. Bunlar arasında üç tanesi övgü içerirken, 298 tanesi düşmanca ve yergi doluydu.”
1929 yılında Bulgakov’un bütün oyunları yasaklandı. 1930’da Sovyet hükümetine bir mektup yazdı ve ülke dışına gitmek için izin istedi. Ama bu izin yerine bizzat Stalin’den bir telefon aldı ve Gogol’ün “Ölü Canlar” adlı oyununun uyarlamasını yapmak üzere Moskova’ya geri gönderildi. Devrim yıllarında Josef Stalin’i anlatan, Batum (1939) adlı bir oyunla sahnelere geri dönmeyi denedi, fakat daha provaları başlamadan oyun yasaklandı.
En ünlü romanı Usta ve Margarita üzerinde çalışmaya 1928’de başladı ve romanın son düzenlemesini ölümünden iki hafta önce yaptı. Bulgakov, 10 Mart 1940’ta öldü.
Lyubov Yevgenievna Belozerskaya’ya
Hafiften yağan kar, bir anda yoğunlaşarak lapa lapa yağmaya başladı. Rüzgar da uğulduyordu; bu tam bir kar fırtınasıydı. Karanlık gökyüzü kısa sürede kardan oluşan bir okyanusla birleşmişti. Artık hiçbir şey görünmüyordu.
“Kötü görünüyor, efendim” diye bağırdı, arabacı. “Bu bir tipi!”
… ve ölüler, yaptıkları şeyler için kitaplarda yazan kurallara göre yargılandılar…
I
1918, devrimden sonraki ikinci yıl, hem harika, hem de korkunç bir yıldı. Yazı bol güneşli ve sıcak, kışı karlı mı karlıydı. Gökyüzünün en tepesinde iki yıldız dururdu: Çobanyıldızı, diğer adıyla akşam yıldızı Venüs ve titrek kırmızı Mars.
Fakat kanlı günlerde olduğu gibi barış günlerinde de yıllar adeta bir ok misali uçup gidince yılbaşı ağaçlarının, Noel Baba’nın, ışıltılı ve neşeli karın mevsimi olan buza kesmiş ak sakallı Aralık ayı, genç Turbinleri hazırlıksız yakaladı. Çünkü ailenin direği, çok sevdikleri anneleri, artık onlarla değildi.
Evin tek kızı Elena Turbin, Yüzbaşı Sergey Talberg ile evlendikten bir yıl sonra ve evin en büyük oğlu Aleksey Turbin’in yıllar süren amansız ve korkunç sefer görevinden Ukrayna’ya, Kiev şehrindeki aile ocağına döndüğü hafta, annelerinin cenazesini taşıyan beyaz tabut, Aziz Aleksey Tepesi’nden aşağı toprak sete, oradan da küçük Aziz Nikolas Kilisesi’ne doğru taşınmıştı.
Annelerinin cenaze töreni Mayıs ayında olmuştu. Kiraz ve akasya ağaçlarının çiçekleri, kilisenin sivri kavisli dar pencerelerini yalıyordu. Altın renkli güneş ışığında parıldayan cübbesiyle bölge papazı Peder Aleksander acı ve şaşkınlık içinde kekelerken, altın işlemeli giysisi, gıcırdayan botlarının uç kısımlarına kadar uzanan, yüzünün ve boynunun rengi mora çalan yardımcısı, çocuklarından ayrılan bu annenin cenaze töreni için dile getirilecek sözcükleri kederle söylemişti.
Aleksey, Elena, Talberg, Turbinlerin evinde büyümüş olan hizmetçi Anyuta ve kıvırcık saçının buklesi sağ kaşının üstüne dökülmüş ve ölümün karşısında sersemlemiş genç Nikolka, kahverengi eski bir Aziz Nikolas ikonasının ayaklarının dibinde duruyorlardı. Nikolka’nın kuşa benzeyen uzun burnunun iki yanındaki derine gömülü mavi gözlerinde yenik ve yaralı bir ifade vardı. Arada bir o mavi gözlerini kaldırıp ikonaların bulunduğu panoya, üzerlerinde asık suratlı ve gizemli bir yaşlı adamın, Tanrı’nın, yükselip parıldadığı kemerli yarım kubbeye doğru bakıyordu. Onlara neden böyle bir kötülük yapmıştı? Bu haksızlık değil miydi? Tam da hepsi yeniden bir araya gelmişken, tam da hayat daha katlanılır olmuşken, anneleri neden onlardan alınmıştı?
Bir cevap lütfetmeyen Tanrı, Nikolka’yı yaşamında olan şeylerin gerekli ve hayırlı olup olmadığı konusunda şüphe içinde bırakarak gökyüzünde açılan yarıktan uçup gitmişti.
Tören sona erdiğinde, verandanın çınlayan taşlarında yürüyerek koca şehri boydan boya geçip, babalarının uzun zamandır siyah bir mermer haçın altında yattığı mezarlığa kadar annelerine eşlik ettiler. Ve orada annelerini toprağa verdiler…
Annelerinin ölümünden önceki uzun yıllar boyunca Elena, evin en büyük çocuğu Aleksey ve bebek Nikolka, Aziz Aleksey Tepesi’ndeki 13 numaralı evin yemek odasında yanan çinili sobanın sıcağında büyümüşlerdi. Hollanda işi sıcak çinilerin üzerine nakşedilmiş, Büyük Pedro’nun Hollanda’daki zamanlarını anlatan “Zaandam’ın Gemi Ustası” hikâyesini az mı dinlemişlerdi? Saat kaç kere gavot melodisiyle ötmüştü. Aralık sonuna doğru ise çam ağacının hiçbir zaman solmayan dallarında yanan çam iğnelerinin ve çam mumunun kokusu etrafa yayılırdı. Şimdi Elena’nın kaldığı, eskiden annelerinin olan odada, bronz saatin gavot melodisine cevaben duvardaki siyah saat de çanlarını vururdu. Saatlerin ikisini de, kadınların komik görünümlü koyun budu kollu giysiler giydikleri eski günlerde babaları satın almıştı. O kolların modası geçmiş, zaman su gibi akıp gitmiş, profesör babaları ölmüş ve hepsi büyümüşlerdi; fakat saat olduğu gibi kalarak çalmaya devam ediyordu. Bütün çocuklar, saat duvardan düşerse bunun sevilen bir sesin ölmesi anlamına geleceğini ve onun yerine hiçbir şeyin asılmayacağını bilerek büyüdüler. Neyse ki saatler neredeyse Zaandam’ın Gemi Ustası kadar ölümsüzlerdi ve ne kadar kötü günler yaşanırsa yaşansın, o çinili Hollanda sobası, bir bilgelik kayası gibi hayat ve sıcaklık yaymak için oradaydı.
Soba, kırmızı kadife kaplı eski mobilyalar, parlak pirinç topuzlu karyolalar, eskimiş kilimler ve bazıları kan kırmızısı, bazıları desenli, bir tanesi Çar Aleksey Mihayloviç’i, bir diğeri cennette ipeksi bir göl kenarında uzanmış XIV. Luis’i gösteren goblenler, Nikolka küçükken kızıl hummaya yakalandığında sayıklarken, gözlerinin önünde dans eden muhteşem oryantal süslü kıvrımlarıyla Türk kilimleri, bronz lamba ve siperliği, altın yaldızlı kadehler, Natasha Rostova’lar ve Yüzbaşının Kızları’nın da içinde olduğu gizemli biçimde bayat çikolata kokan kitaplarla dolu dünyanın en güzel kitap rafları, gümüşler, portreler, perdeler: İşte Turbinlerin büyüdükleri bu tıkış tıkış dolu, tozlu yedi oda, bütün bu eşyalarla birlikte büyük yokluk zamanında annelerinden çocuklarına miras kalmıştı. Tükenmiş nefesiyle yatarken, gücü giderek azalan anneleri, gözü yaşlı Elena’nın elini kavrayıp şöyle demişti:
“Yaşamaya devam edin… ve birbirinize karşı nazik olun…”
Fakat nasıl? Hayatlarına nasıl devam edebilirlerdi? Kardeşlerin en büyüğü ve bir doktor olan Aleksey Turbin, yirmi sekiz, Elena, yirmi dört yaşındaydı. Elena’nın kocası Yüzbaşı Talberg, otuz bir, Nikolka da on yedi buçuk yaşındaydı. Hayatları daha baharında kararmıştı. Kuzeyden durmaksızın soğuk rüzgarlar esiyor ve gittikçe daha da kötüleşiyordu. Turbinlerin yaşça en büyüğü, ilk büyük patlamanın Dinyeper