sobada yanacağı günler geliyordu. Her ne kadar anneleri çocuklarına “Yaşamaya devam edin” demiş de olsa, onların kaderinde acı ve ölüm vardı.
Annelerinin ölümünün üzerinden çok geçmeden, Aleksey Turbin bir gün alacakaranlıkta Peder Aleksander’a gidip şöyle dedi:
“Bu bizim için korkunç bir darbe oldu, Peder Aleksander. Bu yaşadığımız acı böylesi zor günlerde daha da katlanılmaz oluyor… En kötüsü de efendim, ben savaştan yeni döndüm ve işlerimizi yoluna koymak ve düzgün bir hayata başlamak için sabırsızlanıyorduk. Oysa şimdi…”
Dedikten sonra duraksadı ve yarı karanlık, yarı aydınlık akşamüstünde masaya otururken düşünceli bir ifadeyle uzaklara baktı. Kilise bahçesindeki ağaçların dalları, rahibin küçük evini gölgeliyordu. Sanki rahibin kitaplarla dolu, sıkış tepiş çalışma odasının az ilerisi, karmaşık ve gizemli bir ilkbahar ormanıydı. Dışarıdan şehrin boğuk akşam uğultusu ve leylak kokuları geliyordu.
Peder tuhaf bir şekilde, “Elimizden ne gelir?” diye mırıldandı. (Ne zaman insanlarla konuşmaya çalışsa utanırdı.) “Bu Tanrı’nın takdiri.”
“Belki de bütün bunlar bir gün sona erer. Merak ediyorum o zaman her şey daha iyi olur mu acaba?” diye ortaya sordu, Tur-bin.
Rahip sandalyesinde biraz kıpırdadı.
“Evet, ne dersen de, kötü günler yaşıyoruz, hem de çok kötü” diye mırıldandı. “Fakat insan ümitsizliğe kapılmamalı…”
Derken cübbesinin siyah kollarının içinden aniden çıkardığı siyah elini bir kitap yığınının üzerine koyup en üstteki kitabın parlak ve işlemeli bir kurdele ile işaretlenmiş yerini açtı.
“Asla ümidimizi kaybetmemeliyiz” dedi, utangaç, fakat yine de ikna edici bir ses tonuyla. “Yürek zayıflığı büyük bir günahtır… Yine de şunu söylemeliyim ki büyük bir sınavdan geçeceğiz gibi gözüküyor. Evet, büyük bir sınavdan” dedi, artan bir kesinlikle. “Son zamanlarda zamanımın büyük bölümünü kitaplarımla geçiriyorum. Hepsi de kendi alanımla ilgili elbette, çoğu din kitapları…”
Kitabı kaldırınca güneşin son ışıkları açılan sayfaya düştü, rahip yüksek sesle okudu:
“Ve üçüncü melek şişesini nehirlere ve su kaynaklarına döktü ve hepsi kana dönüştü.”
II
Kırağı beyazı Aralık hızla geçiyordu. Noel’in ışıltısı karla kaplı caddelerde şimdiden hissediliyordu. 1918 yılı yakında sona erecekti.
13 numara, ilginç bir yapıydı. Turbinlerin dairesi cadde tarafından ikinci kattaydı, fakat evin arkasındaki tepe öyle dikti ki dairenin arka kapısı, tepenin yamacına kök salmış ağaç dallarının sarktığı ve sallanırken binaya çarpıp durduğu eğimli küçük arka bahçeye açılıyordu. Arka bahçe karla kaplıydı. Tepe de devasa bir kesme şekere dönüşecek kadar karlıydı. Ev de, Beyaz Paşa’nın2 kürk kalpağını andıran bir tabakayla kaplanmıştı. Alt katta (cadde tarafından bakınca birinci kat, arka taraftan ise Tur-binlerin verandasının altındaki bodrum katında) oturan, mühendis, korkak ve burjuva olan uyumsuz Vasili Lisoviç, küçük, titrek sarı lambasını yaktığında, Turbinlerin penceresi neşeyle parıldıyordu.
O akşam Aleksey ve Nikolka odun almak için bahçeye çıktılar.
“Kahrolası odunlar ne kadar azalmış. Bak, yine tırtıklamışlar.”
Nikolka’nın cep fenerinden konik ve mavimsi bir ışık hüzmesi belirdi. O ışık sayesinde odunluğun tahta döşemelerinin yerlerinden söküldükten sonra acemice nasıl tutturulduğunu gördüler.
“Bunu yapan pisliği yakalarsam, Tanrı şahidim olsun, onu vuracağım. Bu gece nöbet tutalım mı? 11 numaradaki ayakkabıcıların yaptığından eminim. Bizden daha çok odunları var, kahrolasıcalar!”
“Boş ver şunları… Hadi işimize bakalım.”
Paslı kilit gıcırdayarak açılınca odun yığını iki kardeşe doğru yıkıldı. Odunları toplayıp götürdüler. O gece saat dokuzu gösterdiğinde Zaandam çinileri dokunulamayacak kadar ısınmıştı.
Bu dikkat çekici sobanın parlak yüzeyinde, geçen yıl farklı zamanlarda, Nikolka tarafından yazılan tarihi yazılar ve yine onun yaptığı çizimler vardı. Bunların her biri derin anlamlar taşıyorlardı:
Eğer sana Müttefiklerin bizi bu karmaşadan kurtarmaya geldiklerini söylerlerse onlara inanma. Müttefiklerin hepsi domuz.
O bir Bolşevik yanlısı!
Momus’un3 başının bir resmi çizilmişti, altında da şöyle yazıyordu:
Süvari Leonid Yuriyeviç.
Haberler kötü, dedikodular dolaşıyor -
İnsanlar “Kızıllar geliyor!” diyorlar
Aşağı sarkan bıyıklarıyla bir yüzün, mavi püsküllü, kürklü bir şapkası vardı. Altında:
Kahrolsun Petlyura! yazıyordu.
Elena ve Turbinlerin kıymetli çocukluk arkadaşları – Mişlayevski, Karas ve Şervinski- tarafından boya, mürekkep ve vişne suyuyla şunlar yazılmıştı:
Elena hepimizi seviyor
Şişman, zayıf, uzun, kısa ayırt etmiyor.
Lena, hayatım, Aida için 8 numaralı loca biletlerini ayırttın, değil mi?
1918 Mayıs’ının on ikinci gününde aşık oldum.
Şişman ve çirkinsin.
Böyle bir yorumdan sonra kendimi vuracağım.
(Son derece gerçekçi bir otomatik silah çiziminin hemen altında)
Yaşasın Rusya!
Yaşasın Monarşi!
Haziran. Barcarolle.4
Bütün Rusya o görkemli Borodino’yu hatırlayacak.
Büyük harflerle Nikolka’nın el yazısıyla yazılmış:
Buraya, bu sobanın üzerine saçma sapan şeyler yazmayı yasaklıyorum. Bunu yapan bütün yoldaşlar suçlu bulunacak, vurulacak ve vatandaşlık haklarından mahrum edilecektir.
İmza: Abraham Goldblatt.
Kızların, Erkeklerin ve Kadınların Terzisi.
Podol Bölgesi Komitesi Komiseri.
30 Ocak 1918.
Desenli seramikler fazlasıyla ısınmıştı. Siyah renkli saat otuz yıldır yaptığı gibi ding-dong, ding-dong diye çalmaya devam ediyordu. Turbinlerin en büyüğünün yüzü tıraşlı, saçları açık renkliydi. Yaşı biraz daha ilerlemişti ve 25 Ekim 1917’den beri daha ağırbaşlıydı. Üzerindeki kocaman, körüklü cepleri olan askeri bir tunik, mavi renkli binici pantolonu ve yeni olan yumuşak terlikleri ile en sevdiği pozisyonunu almıştı –arkası dik bir koltuktaydı. Onun ayakucunda, bukleli saçlarıyla Nikolka bir taburede bacaklarını neredeyse büfenin genişliğinde açmış –yemek odası pek büyük değildi- buruşuk deriden çizmelerini giymişti. Nikolka hafifçe ve nazikçe sevgili gitarının tellerine dokundu… Her şey hâlâ çok karışıktı. Şehir hâlâ belirsiz bir önseziyle tedirgindi…
Nikolka’nın