Михаил Булгаков

Beyaz muhafız


Скачать книгу

var, değil mi? Peki, o halde istediğinizi alın ve askerlerinizi doyurun. Ukrayna’yı da işgal edin isterseniz, ama bize yardım edin. Bırakın da kendi ordumuzu kuralım, bu sizin yararınıza olur. Ukrayna içinde düzeni korumanıza yardım ederiz ve o kahrolası köylülerimizin Moskova hastalığına tutulmasına mani oluruz. Eğer şu anda şehirde Ruslardan oluşan bir ordu olsaydı, Moskova’dan çelik bir duvarla ayrılmış olurduk. Petlyura’ya gelince de… kıh-kıhh…” Turbin elini şiddetli bir şekilde boğazına attı. Kuvvetli bir öksürük krizine yakalanmıştı.

      “Dur!” diyerek ayağa kalktı, Şervinski. “Dur biraz, burada Ataman’ı müdafaa etmek durumundayım. Bazı yanlışlar yapıldığını kabul ediyorum, fakat Ataman’ın planı temelde doğruydu. Nasıl diplomatik davranılacağını biliyor. Her şeyden önce bir Ukrayna devleti… Ondan sonra Ataman tam olarak senin söylediğin şeyi yapacaktı –Ruslardan oluşan bir ordu. Mantıklı olan da buydu. Haklı olduğumu da kanıtlayabilirim…” Şervinski ciddi bir ifadeyle pencereyi işaret etti. “İmparatorluğun üç renkli bayrağı Vladimirskaya Caddesi’nde dalgalanıyor.”

      “Çok geç!”

      “Evet, haklı olabilirsin. Epeyce geç oldu, fakat Ataman hatalarını telafi edilebileceğinden emin.”

      “Öyle olması için Tanrı’ya yürekten dua ediyorum” diyen Aleksey Turbin, odanın köşesindeki Meryem Ana ikonuna doğru dönerek istavroz çıkardı.

      “Plan şöyleydi” diye söze başladı, Şervinski. Resmi bir ifade takınmıştı. “Savaş bitince Almanlar kendilerini toparlayacak ve bize Bolşeviklere karşı savaşımızda yardım edeceklerdi. Sonra Moskova ele geçirildiğinde Ataman, Majesteleri İmparator II. Nikolas’a Ukrayna’nın sadakatini sunacaktı.”

      Bu lafın üzerine odaya ölümcül bir sessizlik çöktü. Nikolka’nın yüzü, çektiği ızdırapla bembeyaz oldu.

      “Ama İmparator öldü” diye fısıldadı.

      Aleksey Turbin, afallamış bir halde, “Ne diyorsun sen, II. Nikolas öldü mü?” diye sordu. Ve olduğu yerde sallanmakta olan Mişlayevski gözlerini kısarak Şervinski’nin bardağına baktı. Şervinski’nin cesaretini toplayabilmek için çok fazla içtiği belliydi.

      Dirseği masada, yana eğdiği başını elinin üstüne koyan Elena, dehşet içinde ona bakıyordu.

      Fakat sanılanın aksine Şervinski sarhoş falan değildi. Elini kaldırarak güçlü bir sesle konuşmaya başladı:

      “Acele etmeyin. Dinleyin. Sizden rica ediyorum beyler, söyleyeceklerim bitene kadar sessiz kalın. Ataman’nın maiyeti Kayzer Wilhelm’e sunulduğunda neler olduğunu bildiğinizi sanıyorum.”

      “En ufak bir fikrimiz bile yok” dedi, Karas, konuyla ilgili görünen bir ifadeyle.

      “Ben biliyorum.”

      “Hıh! Her şeyi de biliyor” diye alaycı bir tonda lafa karıştı, Mişlayevski.

      “Beyler! Bırakın da konuşsun.”

      “Kayzer, Ataman ve maiyeti hakkında cana yakın bir şekilde konuştuktan sonra şöyle dedi: ‘Artık sizleri baş başa bırakayım beyler; bundan sonraki konuşmaları yönetecek olan kişi…’ Perdeler aralandı ve Çar II. Nikolas salona girdi. ‘Ukrayna’ya geri dönün beyler’ dedi. ‘Ve alaylarınızı hazırlayın. Zamanı geldiğinde bizzat orduların başına geçeceğim ve birlikte Rusya’nın kalbine, Moskova’ya gideceğiz.’ Bu sözlerin ardından kendini tutamadı ve ağlamaya başladı.”

      Şervinski, gözlerinin içi gülerek etrafındakilere baktı. Sonra bir kadeh şarabı tek seferde içip yüzünü buruşturdu. Tekrar yerine oturup bir dilim jambonu midesine indirene kadar da odadaki sessizlik bozulmadı.

      “Bunlar var ya, bunların hepsi dedikodudan ibaret” dedi, Aleksey Turbin. Acı bir ifadeyle kaşlarını çatmıştı. “Bu hikâyeyi daha önce de duymuştum.”

      “Hepsi öldürüldü” dedi, Mişlayevski. “Çar, Çariçe ve veliaht.”

      Şervinski yan tarafa, sobaya doğru döndü. Derin bir nefes alarak söze başladı:

      “Eğer buna inanıyorsanız, büyük bir hata yapıyorsunuz. Majesteleri İmparator’un ölümü ile ilgili haberler…”

      “Birazcık abartılmış” dedi, Mişlayevski. Bu, sarhoş bir espri denemesiydi.

      Elena kızgınlıktan titremeye başlayınca avazı çıktığı kadar bağırdı.

      “Kendinden utanmalısın Viktor! Bir de subay olacaksın.”

      Mişlayevski tekrardan sise gömüldü.

      “…belli bir amaç güdülerek Bolşevikler tarafından uyduruldu” diye devam etti, Şervinski. “İmparator kendisinin sadık eğitmeni yardımıyla kaçmayı başardı, şey, affedersiniz, Çariçe’nin eğitmeninin yardımıyla. Mösyö Gilliard ve birkaç subay onu, şeye, Asya’ya götürdüler. Oradan Singapur’a, sonra da deniz yoluyla Avrupa’ya gittiler. İmparator şu anda Kayzer Wilhelm’in misafiri.”

      “İyi de Kayzer’in kendisi de ülkesinden kovulmadı mı?” diye sordu, Karas.

      “İkisi birlikte Danimarka’da, Danimarka Prensesi olarak doğmuş olan Majesteleri İmparatoriçe Maria Fyodorovna’nın yanındalar. İsterseniz bana inanmayın ama ben bu haberi bizzat Ataman’dan duydum.”

      Nikolka içten bir şekilde inledi. Ruhu şaşkınlık ve şüpheyle kıvranıyordu. Ona inanmak istiyordu.

      “O halde, eğer bu doğruysa” diye söze girdi, aniden. Ayağa fırladıktan sonra yüzündeki yaşları sildi. “Kadeh kaldıralım: Majesteleri İmparator’un sağlığına!” Kadeh, üzerine gelen ışıkla parladı. Kenarındaki kesme kristal oklar Alman malı beyaz şarabı delip geçti. Çizmelerin mahmuzları sandalyelerin ayaklarına çarpıyordu. Mişlayevski, sallanarak ayağa kalkıp masaya sıkıca tutundu. Elena da ayağa kalktı. Hilal biçiminde örülmüş altın renkli saçları çözülüp şakaklarına dökülmüştü.

      “Ölüp ölmemesi umrumda bile değil” diye haykırdı, Elena. Izdırap dolu bir ifadesi vardı. “Artık ne fark eder ki? Ona içiyorum.”

      Aleksey, “Dno İstasyonu’nda tahttan feragat edişi asla affedilmeyecek. Asla. Fakat bugün daha acı bir tecrübeyle öğrenmiş bulunuyoruz ki Rusya’yı ancak Monarşi kurtarabilir. Bu yüzden eğer Çar öldüyse, yaşasın yeni Çar!” diye haykırarak kadehini kaldırdı.

      “Hurra! Hurra! Hurra!” şeklinde haykırarak yemek odasını inlettiler.

      Vasilisa ise alt katta soğuk terler döküyordu. Birden uyandı, tiz bir çığlık attı. Bu çığlığı karısı Wanda’yı da uyandırdı.

      Wanda, Vasilisa’nın geceliğini sıkıca kavrayarak, “Tanrım, Yüce Tanrım…” diye mırıldandı.

      “Neler oluyor? Saat sabahın üçü!” Ağlamakta olan Vasilisa siyah renkli tavana bakarak avazı çıktığı kadar bağırdı. “Bu sefer bunlardan gerçekten şikayetçi olacağım!”

      Wanda homurdandı. İkisi de bir anda kaskatı kesildiler. Tavandan aşağı doğru oldukça belirgin bir şekilde gelen kalın ve bulanık bir ses dalgası, adeta bir çan gibi çınlayan, kuvvetli bir bariton yankılanıyordu:

      “…Tanrı Majestelerini Korusun…

      “…Rusya’nın Çarını…”

      Vasilisa’nın kalbi durdu. Ayakları bile soğuk terler döküyordu. Dilinin keçeleştiğini hissediyordu. Doğru düzgün konuşamadı:

      “Hayır… olamaz… bunlar çıldırmış… Bizi asla canlı olarak kurtulamayacağımız