Фрэнсис Скотт Фицджеральд

Cennetin bu yakası


Скачать книгу

gibi Princeton’da öğrenci olan Amory Blaine’in yaşadıkları, Fitzgerald’ın kendi deneyimleriyle paralellik göstermektedir. Amory’nin hisleri ve olaylar karşısında gösterdiği tepkiler Fitzgerald’ın dünyasını yansıtsa da Amory, Fitzgerald’a göre daha şanslı bir gençtir. Amory’nin annesi Beatrice Blaine, Fitzgerald’ın sahip olduğu değil, sahip olmayı çocukluğundan beri arzuladığı annedir. Varlıklı, sosyal, çekici ve çevresi insanlarla çevrili bu kadın, oğluna her türlü kapıyı açabilecek güce sahiptir.

      Eleştirmenler Amory’nin akıl hocası Monsenyör Darcy ile Fitzgerald’ın bu kitabı ithaf ettiği Sigourney Fay arasında çeşitli benzerlikler bulunduğunu söylemektedir. Öğrencilik yıllarında Fitzgerald’a çok yardımı dokunan Katolik rahip Fay, aynı zamanda Cennetin Bu Yakası’nın yayımlanmasına aracı olan kişidir. Kitapta Monsenyör Darcy’nin yazdığı mektupların bazı bölümleri Fay’in Fitzgerald’a yazdığı gerçek mektuplardan alınmıştır.

      1920’li yıllarda Amerikan yaşantısını ve gençliğin ruh hallerini başarılı bir biçimde betimleyen bu roman, Fitzgerald’ın büyük bir romancı olacağına dair ipuçları barındırmaktadır. Bu büyük yazarın ilk romanını Türkçeye kazandırıyor olmaktan büyük bir mutluluk duyuyoruz.

      Birinci Kitap

      Romantik Egoist

       Bir

      BEATRICE’İN OĞLU AMORY

      Amory Blaine, kelimelerle ifade edilmesi güç özelliği dışında, onu kayda değer biri yapan tüm huylarını annesinden almıştı. Babası, Byron’ın eserlerini beğenen ve Britannica Ansiklopedisi okurken uyuklamayı alışkanlık haline getirmiş beceriksiz ve kendini ifade edemeyen bir adamdı; “Chicago simsarları” diye bilinen iki ağabeyinin ölümüyle otuz yaşında zengin olmuştu. Dünyanın ayakları altında olduğu hissine kapıldığı ilk anda da Bar Harbor’a gitmiş ve Beatrice O’Hara’yla tanışmıştı. Sonuç olarak Stephen Blaine’in gelecek nesillere aktarabildiği yegâne miras 1.80’lik boyu ve çok önemli zamanlarda kararsız kalma eğilimi olmuştu. Bu iki özelliği de oğlu Amory’de görmek mümkündü. Stephen cansız, ipeksi saçlarla örtülü yüzü ve dikkat çekmeyen fiziğiyle yıllar boyunca aile içinde geri planda kalarak, kendini daima karısına “bakmaya” adamış ve ömrünü daima onu anlamadığı, anlayamayacağı düşüncesiyle huzursuz bir vaziyette geçirmişti.

      Halbuki Beatrice Blaine! Ah, ne kadındı! Babasının Wisconsin’de, Geneva Gölü kıyılarındaki malikânesinde ya da gençliğinde yalnızca fevkalade zenginlerin kızlarının kabul edildiği aşırı pahalı bir eğitim kurumu olan Roma’daki Kutsal Kalp Manastırı’nda çekilen eski fotoğrafları, yüz hatlarının hayranlık verici zarafetini ve kıyafetlerinin kusursuz sadeliğini gözler önüne sererdi. Aldığı harikulade eğitim sayesinde gençlik yıllarını bir Rönesans ihtişamıyla geçirmişti, eski Katolik ailelerle ilgili dedikodularda deneyimliydi; Kardinal Vitori, Kraliçe Margarita ve yalnızca belirli bir kültür düzeyine sahip kişileri tanıyan daha nice zarif şöhret tarafından bilinen, son derece zengin Amerikalı bir kızdı. Viski sodayı şaraba tercih etmeyi İngiltere’de, havadan sudan konuşmalarını iki anlama gelecek şekilde genişletmeyi Viyana’da geçirdiği bir kış mevsiminde öğrenmişti. Her şeyden önemlisi Beatrice O’Hara bir daha asla mümkün olmayacak bir eğitimden geçmişti: Bir insanın gururlanacağı ya da etkileyebileceği şeylerin ve kişilerin sayısıyla ölçülen bir vesayet… Usta bahçıvanın tek bir mükemmel tomurcuk yetiştirebilmek uğruna diğer tüm dalları budayabildiği bir çağın son günlerinde her tür sanat ve gelenek açısından zengin, fakat tüm fikirlerden yoksun bir medeniyet…

      Beatrice, hayatının daha sönük bir döneminde Amerika’ya dönmüş, burada Stephen Blaine’le tanışıp onunla evlenmişti. Bu evlilik tamamen biraz yorgun, biraz da üzgün olmasının sonucuydu. Tek çocuğunu usandırıcı bir süre boyunca karnında taşıdıktan sonra, doksan altı senesinin ilkbaharında dünyaya getirmişti.

      Amory daha beş yaşındayken onun için hoş bir arkadaş haline gelmişti. Kumral saçları, büyüdüğünde onu yakışıklı biri yapacak kocaman gözleri, kolayca hayallere kapılan bir aklı ve süslü elbiselere merakı olan bir çocuktu. Dört yaşından on yaşına gelene kadar, babasının özel arabasıyla, annesinin çok sıkılıp lüks bir otelde sinir krizi geçirdiği Coronado’dan, neredeyse salgın halini alan hafif bir hastalık kaptığı Meksiko’ya kadar tüm ülkeyi dolaşmıştı. Bu hastalık Beatrice’i memnun etmiş, özellikle sersemletici birkaç kuvvet verici ilaçtan sonra onu hayatının olmazsa olmazlarından biri haline getirmişti.

      Kendisinden daha az şanslı zengin çocukları Newport sahillerinde dadılarına kafa tutarken, pataklanırken, özel dersler alırken ya da Do and Dare ve Frank on the Lower Mississippi’yi1 okurken Amory, Waldorf’ta2 hiçbir şeye itiraz etmeyen komileri ısırıyor, oda müziğine ve senfonilere duyduğu doğal tiksintiden kurtuluyor ve annesinden son derece uzmanlık gerektiren bir eğitim alıyordu.

      “Amory.”

      “Eveet, Beatrice.” (Annesine tuhaf bir şekilde böyle seslenirdi, Beatrice de bunu teşvik ederdi.)

      “Canım, yataktan çıkmayı aklından bile geçirme. Daima genç yaşta erken kalkmanın insanı asabileştirdiğini düşünmüşümdür. Clothilde kahvaltını buraya getirecek.”

      “Tamam.”

      “Amory, bugün kendimi çok yaşlı hissediyorum,” diye iç çekti, yüzünde acıma uyandıran eşine az rastlanır bir ifade vardı, ses tonu harikulade bir şekilde değişmişti, elleri Bernhardt’ınki3 kadar maharetliydi. “Bugün sinirlerim çok bozuk, çok… Yarın bu korkunç yerden ayrılıp güneşli bir yerlere gidelim.”

      Amory karmaşık saçlarının arasından yeşil gözleriyle annesine delici bakışlar attı. Daha bu yaşta bile onun yapmacık hareketlerine kanmıyordu.

      “Amory.”

      “Ah, evet.”

      “Sıcak bir banyo yapmanı istiyorum, dayanabileceğin kadar sıcak olsun, sinirlerini gevşetmek için. Eğer istersen küvette bir şeyler okuyabilirsin.”

      Beatrice, ona daha on yaşına gelmeden Fêtes Galantes’tan4 bölümler okurdu. On birine geldiğinde rahat bir şekilde sanki onları tanırmışçasına Brahms, Mozart ve Beethoven’dan konuşabiliyordu. Bir gün öğleden sonra Hot Springs’teki otelde tek başınayken annesinin kayısı likörünün tadına bakmış ve hoşuna gidince içmeye devam edip hafif sarhoş olmuştu. Önceleri bu hal hoşuna gitse de aynı coşkuyla sigarayı denemeye kalkınca iğrenç, pespaye bir etkiyle karşılaşmıştı. Bu olay Beatrice’i hem korkutmuş hem de gizliden gizliye eğlendirmiş ve sonraki nesillerin bu durumu onun “mirası” olarak adlandırmasına sebep olmuştu.

      Bir gün Amory, onun dehşet içinde kalmış bir oda dolusu kadına “Bu benim oğlan,” dediğini duymuştu; “son derece bilmiş ve çok alımlı… Ama hassas… Bizler hassasız, burada, anlarsınız ya.” Eli göğsünün üzerinde son derece zarif bir biçimde duruyordu, sonra sesini bir fısıltı tonuna indirerek onlara kayısı likörü hadisesini anlattı. Beatrice hikâye anlatma konusunda öyle maharetliydi ki kadınlar onu neşeyle dinlediler. Ama o gece, kendi küçük Bobby ve Barbara’larını muhtemel bir sapkınlıktan korumak için büfeleri kilitleyenlerin sayısı bir hayli fazla oldu.

      Bu çetin aile yolculukları daima ihtişamlıydı: İki hizmetçi, özel araba, müsait olduğunda Bay Blaine ve çoğu zaman bir de doktor. Amory boğmacaya yakalandığında