Emma Marriott

Hatalı tarih


Скачать книгу

a017c4999a1ff2e9dc913c3de.jpg"/>

      “Tarih, hiç olmamış olayların, orada bulunmayan insanlar tarafından anlatıldığı bir yalanlar yığınıdır.”

George Santayana

      Tarihsel kayıtlarda söylenceler ve efsanelerin yanında yanlış bilgiler, sahtekârlıklar, desteksiz abartmalar ve ciddi miktarda kargaşa mevcuttur. Bu da istenmedik ölçüde yalan yanlış tarih anlatılarına neden olmaktadır. Tarih yazımındaki ana sorun, yukarıda Santayana’nın da belirttiği üzere olaylara şahit olamadığımızdan, kendileri de orada olmayan başka insanların ne olduğunu ve neden olduğunu bize anlatırken onlara itimat etmemizdir. Böylece tarihsel “gerçekler”, tıpkı okullarda ezberletilenler gibi belirsiz bir içerik kazanmaktadır. Bunların bir kısmı için söyleyebileceğimizin en iyisi “muhtemelen doğru” oldukları, diğerleri içinse maalesef “muhtemelen yanlış” olduklarıdır. Örneğin ABD’nin kurucularına atfedilen demokratik karakter ikinci kategoride yer almaktadır.

      Geçmişteki olaylar ve şahsiyetlerin yanlış tanıtılması ve dolayısıyla yanlış anlaşılmasında arkeolojik ya da yazılı delillerin azlığı, güvenilmezliği ve özellikle de tutarsızlığı gibi pek çok neden bulunmaktadır. 10 veya 20 şahide, tanıklık ettikleri olayın ne olduğunu sorduğunuzda 10 veya 20 farklı öykü duyacağınızdan bir sonuca ulaşmak oldukça kurnazlık gerektirmektedir. Bir de bu olayın üzerinden birkaç asır gibi uzun bir sürenin geçtiğini varsayarsak işler iyice karışacaktır.

      Geçmişteki herhangi bir olayı, çevresindeki ilişkilerinden kopararak bağlamından ayrı değerlendirmek de sıkıntılara neden olmaktadır. Öncelikle geçmişte yaşıyormuşuz gibi davranamayız ve ne kadar çabalasak da tarihe bakışımızı modern hassasiyetlerimiz belirlediğinden, çıkardığımız sonuçlar geçmişten çok genellikle bizim düşüncelerimize ayna tutmaktadır. Geçmiş yüzyılda Britanya İmparatorluğu’nun kurucuları arasında saygıyla anılan Cecil Rhodes, bugün pek çok insanın gözünde sahtekâr ve küstah bir zorba durumundadır. Peki ya hangisi doğru, hangisi “hatalı tarih”?

      Tarih, tıpkı hayatın kendisi gibi can sıkıcı bir şekilde karmaşık ve kafa karıştıcı olduğundan, geçmişi peşin hükümlü yargıları destekleme adına basitleştirmeye çalışmak tehlikeler içermektedir. Tarihi bireyleri hayali karakterlere benzetiriz ve onları kahraman ya da sahtekâr olarak kalıplara sokarız. Fakat onların gerçek insanlar olduklarını, hatta bizim gibi iyinin ve kötünün birleşiminden oluştuklarını unuturuz. Görkemli ve şüphesiz olarak değerlendirdiğimiz askeri zaferlerimizin belki de diğer bir sürü savaş gibi belirsiz, ucu açık veya önemsiz olduklarını görmeyi tercih etmeyiz. O çok sevdiğimiz cesur kahramanlar ve büyük zaferler heyecan verici öykülere ne kadar çok konu olursa, gerçek bu ihtişamlı süslemelerden o kadar yara almaktadır. Bunun sonucu olarak da bugün hepimizin oldukça aşina olduğu pek çok efsane türemektedir.

      Aslında masallar kadar zararsız olan tarihi söylenceler, siyasetin aracı haline geldikleri andan itibaren tehlikeli olmaya başlamaktadır. Baskıcı rejimler Başkan Mao döneminde görüldüğü gibi yüz kızartıcı bir geçmişin üstünü kendi yazdıkları “temizlenmiş” bir tarihle örterken, aralarında Bismarck kültü ve Hitler arasında ilişki kuranların da olduğu propagandacılar ve siyasi liderler ise, popüler tarihi inançları kullanarak kendi asılsız ideolojilerini meşrulaştırmıştırlar. Buna karşılık, tıpkı Pearl Harbor olayında olduğu gibi, hükümetin komplolarını ya da örtbas girişimlerini ispat etmeye kararlı bazı teorisyenler tehlikeli sulara girmeyi göze almışlardır.

      Bu kitap, toplumsal hafızamızda yer ederek dünyayı yanlış anlamamıza yol açan bazı temelsiz söylencelerin ve yanlışlıkların incelenmesinden oluşmaktadır. Etrafta dolaşan daha pek çok efsaneyi bu eserin sayfalarına sığdırmak mümkün olmasa da, en kötülerinin aydınlatılmasına katkı sunduğumu düşünmekteyim. Tabii ki bazıları sonuçlarıma itiraz edecektir. Evet ben de “orada değildim” ve tarihçi Pieter Geyl’in dediği gibi, ki öyle dediğini ummaktaydım, “Tarih sonu gelmeyen bir tartışmadır.” Fakat bize kalan tarihin tamamen bir yalanlar yığını olmadığını, her zaman aramak zorunda olduğumuz gerçeğin, bize sunulan tüm bu “hatalı tarihin altında” gizlendiğine inanmaktayım.

EMMA MARRIOTT

      Vahşi Batı, Yaşamak İçin Fazlasıyla Çılgın ve Tehlikeli Bir Yerdi

      Tarihte pek az konu, hayal gücünü, Birleşik Devletler’in Batı Amerika’nın bakir topraklarına yayılması kadar tetikleyebilmiştir. Heyecan verici hikayeler, ‘Vahşi Batı’yı bize gözü pek yerleşimciler, cesur kovboylar, acımasız kanun kaçakları ve vahşi Kızılderililerin yan yana bulunduğu ve herkesin kendisini ve ailesini korumak için kendi kanunu uyguladığı şiddet dolu bir ülke olarak tanıtmıştır.

      Vahşi Batı’nın oldukça popülerleşen bu imaji Amerikan folkloru, müziği ve özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında milyonlarca basılan ucuz romanlarla kalıcı hale gelmiştir. Hem bir asker hem de bir şovmen olan Buffalo Bill Cody, düzenlediği Vahşi Batı şovlarıyla bu sınır bölgesi efsanesini benzer bir şekilde meşhur etmiştir. 1867’de Earls Court’ta bu şovlardan birine katılan Britanya Kraliçesi Victoria günlüğüne şu notu almıştır: “Yolcu vagonuna ve çiftliğe yapılan ve pek çok silahın ateşlendiği saldırı, bufalo avı ve binmenin neredeyse imkânsız olduğu rodeo midilli atları oldukça heyecan vericiydi…”

      Sanatçılar, dergiler ve filmlerden oluşan koca ve abartılı bir endüstri sayesinde Vahşi Batı efsanesi, 20. yüzyılda dünyanın geri kalanına da yayılmıştır. Kanun kaçağı kahramanların “barbar” Kızılderililerle kapıştığı bu topraklarda Sergio Leone’nin ifadesiyle, “yaşamın bir değeri yoktu.” İlki 1903’te “Büyük Tren Soygunu” ismiyle çekilen kovboy filmleri, 1950’lerde yoğun ilgi sonucu bir sinema türüne dönüşecek, 1959 yılına gelindiğinde, Amerikan televizyon seyircileri televizyonun en yoğun izlendiği saatlerde 26 farklı Western filminden birini seçme lüksüne sahip olacaklardı.

      Fakat Batı’daki gerçek yaşam, bu filmlerde gösterilen kanun tanımazlık durumundan bir hayli farklıydı. Yapılan son araştırmalar Batı’da yaşayanlar arasında suç oranının görece düşük olduğunu göstermiştir, üstelik Victoria dönemi Londra’sına kıyasla Vahşi Batı’da vurulma ihtimaliniz daha azdır. Bir zamanlar Vahşi Batı’nın en büyük ve en sert şehri olarak bilinen Dodge City’de 1871 yılında toplam 5 ölüm vakası görülürken, aynı yıl Londra tarihinin en fazla cinayet işlenen yılı olmuştur. Aynı şekilde, Vahşi Batı tarihinin en meşhur silahlı çatışması olarak bilinen Wyatt Earp ve Ike Clanton çeteleri arasında OK Carrol’da meydana gelen efsanevi karşılaşma sadece altmış saniye sürmüş ve üç ölümle noktalanmıştır. Gün ortasında düello düzenlenmesi çok sık görülmediği gibi, silahlı çatışmaların pek çoğu da yoldan çıkan sarhoşların işiydi. Vahşi Batı söylencesini yaratanlar her ne kadar banka soygunlarının günlük olaylardan sayıldığına bizi inandırsalar da, Dayton Üniversitesi’nden Larry Schweikart 1859-1900 yılları arasında Batı sınırında sadece on iki bankanın soyulduğunu tahmin etmektedir.

      Ayrıca araştırmalara göre, herhangi bir resmi makam olmamasına rağmen, yerleşimciler kendilerini her türlü suçtan koruyacak yöntemleri oldukça başarılı bir şekilde geliştirmişlerdir. Gönüllülük esasına dayanan ve polislik görevini yerine getiren gezici idari makamlar Kaliforniya ve Oregon’a seyahat eden üç yüz bin kadar göçmeni korurken, Orta Batı’da arazi dernekleri ve çiftçi teşkilatları tartışmaları çözmekte ve mülkiyet haklarını uygulamaktaydı. Batı sahilinde de, altın çıkarılan bölgelerde uygulanan hukuk sistemleriyle cana ve mala kasteden suçlar cezalandırılmaktaydı. Bu bölgelerdeki madenciler genel olarak şiddetten kaçınmış ve kurallara bağlı kalmıştır. Case Western Reserve Üniversitesi’nden Andrew Morriss bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Refah peşinde koşan ve asla kalıcı bir toplum kurma endişesi taşımayan bu çok dilli insan topluluğu, bir dizi geleneksel hukuki kurumlar yaratmıştır ve bunlar, sadece Kaliforniya’da gelişmekle kalmamış, başarıyla uyarlanarak Batı’nın değişik bölgelerine de yayılmıştır.”

Kovboy

      Sınır hattında istediği gibi at koşturan cesur, yalnız ve kanun kaçağı olduğuna inandığımız kovboy tiplemesi, Vahşi Batı efsanesinin merkezinde yer almaktadır. Gerçekte ise, bu bölgedeki çiftçilerin sayısı kovboylardan yaklaşık bin kat daha fazlaydı! Çoğu İspanya, Afrika veya Meksika asıllı kovboyların