dikmiş dogmatik bir ideolog değildi. Gerçekten de dış politikada mükemmel bir diplomasi izleyen Bismarck için dış ilişkiler görev süresince en çok değer verdiği alanlardan biri olmuştur. Almanya’nın ezeli düşmanı Fransa’yı yalnız bırakmak için sürekli ve incelikli bir şekilde değiştirdiği politik ittifaklarla olası bir savaşı engellemesini bilmiştir. İç politikadaki amacı ise ulusal bir bilinç yaratarak güçlü bir Alman Devleti oluşturmak olmuştur. Bu amaca ulaşmak için Katolikliğe ve sosyalizme saldırdığında bile, kişisel olarak Yahudi karşıtlığını reddetmiş ve radikal milliyetçiliği Alman İmparatorluğu’nun barış ve güvenliğine bir tehdit olarak görmüştür.
1890’daki istifasını ve 1898’deki ölümünü izleyen yıllarda, hem muhafazkârlar hem de liberaller tarafından mitleştirilen Bismarck, 1862’deki bir konuşmasına atfen “Kan ve Demir” politikasının acımasız yaratıcısı olarak görülmüştür: “1848 ve 1849’da anlaşılamayan şey şuydu: Meseleler konuşma ve çoğunluk kararlarıyla değil, demir ve kan ile halledilir.” Özellikle Alman İmparatoru II. Wilhelm’in popülaritesini yitirdiği 1920’li yıllarda, zayıf parlamenter sistemin tam zıddı mutlak liderliğiyle Bismarck, Almanya’nın “büyüklüğünün” temelini atan adam olarak büyük bir saygıyla anılmıştı. Hatta, tüm zamanların en popüler Alman devlet adamlarından biri haline gelmişti.
Robert Gerwarth’ın Bismarck Miti isimli kitapta aktardığı üzere, sonraki Alman liderleri ve politikacıları için yararlı ideolojik bir işlev gören Bismarck imajı, sonunda büyük bir suistimale kurban gidecekti.
Hitler karşıtı Alman muhalefetinin sözcüsü Ulrich von Hassell tarafından “asker botlarındaki güçlü politikacı” olarak tanıtılan Bismarck’la ilgili bu kaba ve basmakalıp yargı, aslında onun son derece karmaşık karakterini anlamaktan uzaktır. Bismarck’ın sert imajının oluşmasına kalın bıyıklı, haşin bakışlı bir Prusya subayı görünümü yol açmış gözükmektedir. Halkın arasına genellikle asker üniformasıyla çıkan Bismarck, aslında orduya sadece bir yıl hizmet etmiş ve oldukça belirsiz geçen bu yıl pek de hoşuna gitmemiştir. Ona yirmili yaşlarının başlarında “Vahşi Bismarck” lakabını kazandıran girişken ve oldukça sert mizacı, hayatının geri kalan yıllarında imparatorla geçinmeye çalışırken, yerini öfke nöbetlerine ve ağlama krizlerine bırakacaktı. Bugüne değin okunmaya devam eden halka açık konuşmaları, bir kendini beğenmişin atıp tutmasından değil, dikkatlice kaleme alınıp zevkle kurgulanmış alay ve ironiden oluşmaktadır.
İmparator II. Wilhelm, Bismarck’ın ününü ilk kez Almanya’nın denizaşırı yayılma politikalarını aklamak için kullanmıştır ama Bismarck çok pahalı bir uğraş olduğundan yabancı topraklarda koloni edinmeye en başından karşıydı. Aynı dönemde Wilhelm Almanya’daki sosyal düzeni eleştirenleri Demir Şansölye’nin mirasına saldıranlar olarak göstermiştir. I. Dünya Savaşı’nda ve onu izleyen yıllarda Bismarck’ın kurduğu Alman Devleti’nin aşağılanması, insanlara Almanya’nın Bismarck’ın ardından neler kaybettiğini hatırlatmıştır. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı ile beraber Weimar Cumhuriyeti’ne karşı kabaran huzursuzluk, Almanya’nın sorunlarını çözebilecek ve eski büyüklüğünü yeniden kazandıracak güçlü ve karizmatik bir “İkinci Bismarck” beklentisini artırmıştır.
Bu Bismarck hayranlığı ise ortaya çıkmakta olan sağ görüşlere tarihsel bir meşruiyet kazandırmıştır. Aslında Avusturyalı olsa da kendini Prusyalı gören ve Bismarck ile Büyük Frederick’in anısını kullanan Adolf Hitler, bu mirası sürdürecek tek yetkin kişinin kendisi olduğunu iddia etmiştir: “Eğer Bismarck ve yoldaşları bugün aramızda olsaydı, onlar da bizim saflarımızda yer alırlardı.” 1933’te Nazi rejimi bir kez kurulduktan sonra, Bismarck’a olan bu toplumsal saygı ortadan kaybolmuştur. Çünkü Naziler geçmişin büyük liderlerinin Adolf Hitler’i gölgelemesine izin vermek istememişlerdir. Robert Gerwarth’ın History Today kitabında söz ettiği gibi, Bismarck için düzenlenen kutlamalar tam da bu yüzden yasaklanmıştır.
Bismarck’ın mitleştirilmesi ve sonraki liderler tarafından sömürülmesi Almanya’ya çok pahalıya patlamıştır. Oysa ki, Almanya’ya yıkım getiren bir laf cambazı ve umursız bir maceracı olan Hitler’le, dikkatli bir politik figür ve ancak gerektiğinde maceraya atılan Bismarck arasındaki farklılıklar çok nettir. Almanya’nın kesin yenilgisinin an meselesi olduğu 1944’te hiçbir zaman Bismarck’ın büyük bir dostu sayılamayacak Ulrich von Hassell şu şekilde yakınmaktaydı:
En azından birimizin çıkıp Almanya’ya saygı duyulası bir isim verdiği gerçeğini çocukça göz ardı ederek, asker botlarındaki güçlü politikacı olarak gördüğümüz Bismarck’la ilgili dünyaya sunduğumuz yanlış resimden utanmalıyız. O, kendi tarzında, dünyada güven kazanmasını bilmişti, bugünse tam tersi yapılmaktadır. Gerçeği söylemek gerekirse, yüksek diplomasi ve başarılı bir ölçülülük onun gerçek yetenekleriydi.
Bismarck, istifası ve ölümünün ardından şansölyeliği sırasında olduğundan çok daha fazla hayranlık uyandırmıştır. Hareketli dış politikası ile Katoliklik ve sosyalizm karşıtı görüşleri nedeniyle Almanya’nın politik kültüründe güvensizliğe neden olan Bismarck, Katolik karşıtlığını 1880’lerde terk etmiştir. Sosyalistler ise gelişmeye devam etmişler ve 1914’e gelindiğinde Almanya’nın en büyük partisi durumuna gelmişlerdir. İstifası Alman basınında az bir üzüntüye neden olurken, Berlin’den ayrılışına oldukça neşeli kalabalıklar eşlik etmişti. Roman yazarı Theodor Fontane bir mektubunda bu durumdan şöyle bahsetmiştir: “Sonunda ondan kurtulmak ne büyük bir şans!”
1917 Ekim Devrimi’nde Kışlık Saray’ı Lenin Önderliğindeki Bolşevikler Basmışlardı
1917’de Şubat Devrimi’ni izleyen Ekim Devrimi’yle birlikte, Bolşevikler Rusya’da kontrolü ele geçirmişlerdir. 24’ü 25 Ekim’e bağlayan gece Petrograd’daki kilit binaları ele geçiren Bolşevik Kızıl Muhafızlar, bir sonraki gece de Rus Geçici Hükümeti’nin toplandığı Kışlık Saray’ı almışlardır. “Resmi” tarih yazımı, resimler, romanlar ve filmler sarayın basılmasını, sıkı şekilde korunan bu binaya girmek için şiddetle savaşılan bir halk kalkışmasının parçası olarak lanse etmiştir. Gerçekteyse devrim çok daha sessizdi.
Tarihçi Steve Phillips’in Lenin and the Russian Revolution (Lenin ve Rus Devrimi) kitabına göre, devrime eşlik eden olayların anlatımı “açık bir abartmaydı.” Büyük çoğunluğu, Ekim 1917’de yaşananları kahramanca ve yiğitçe bir mücadele gibi göstermek isteyen ve politik doğruculuk temelinde yorumlayan Bolşevik propagandacılar tarafından yaratılmıştı. Bu algı, devrimin üçüncü yıldönümünde resmi olarak düzenlenen sarayın yeniden basılması etkinliğinin yüz bin izleyiciye gösterilmesiyle pekiştirilmiştir. Kışlık Saray’ın Basılması ismini taşıyan bu etkinlikte büyük bir kuşatma ve şiddetli bir savaş resmedilmiştir. Daha sonra gelen filmler de benzer bir imajı tekrarlamıştır. Özellikle 1927’de Sergei Eisenstein’ın çektiği Ekim: Dünyayı Sarsan On Gün isimli belgesel tarzındaki filmde saray, Bolşevik lider Lenin önderliğinde harekete geçen binlerce Kızıl Muhafız tarafından basılmaktadır. Bu film o kadar gerçekçi gözükmüş olmalıdır ki, televizyon belgeselleri yıllarca bu özel sahneyi devrim sırasında çekilen kamera görüntüleri olarak vermiştir.
Resmi Sovyet saplantılarından uzakta ve devrimi çeşitli şekillerde ele alan Batılı tarihçilerin bir kısmı ise, geniş ölçekte gerçekleşen ve kahramanca bir mücadele olarak sunulan bu miti çürütmüşlerdir.