karargâhlarında ömür geçirmeye başlamıştı. Silah arkadaşlarından çoğu Lehistan âdetlerini kabul ediyorlar, azametli bir hayat sürüyorlar, şaşaa ile ava çıkıyorlar, ziyafetler veriyorlar ve küçük mikyasta hükümdarlar gibi maiyet besliyorlardı.
Taras’ın tabiatı pek ziyade sadeliği seviyordu. Gözleri daima Varşova’ya bakan eski silah kardeşlerinin meyillerini anlamıyor ve onlara “Leh derebeylerinin uşağı” adını veriyordu. Ve nihayet onlarla bozuştu, kendisi gürültülü hareketi çok sevdiği için kendini Ortodoks dininin müdafisi yaptı. Süvarilerinin başında hâkim bir vaziyet alıyor ve gittiği yerlerde vekilharçlardan şikâyet veyahut vergilerinin pek ziyade arttırıldığını iddia edenlere karşı adaletin hükmünü icra ediyordu. Üç hâl vardı ki orada Taras Bulba daima kılıç çekmek lazım olduğunu iddia ediyordu: Ne zaman Ortodoks dini ile veyahut cetlerin âdetleriyle istihza edilirse ve ne vakit bir hükûmet memuru bir Kazak reisine hürmet etmez ve onların önünde başını açmazsa velhasıl ne zaman Türklerin veyahut diğer din düşmanlarının karşısında bulunursa… Çünkü Hristiyanlığın galebesi için muharebe etmenin daima iyi bir şey olduğu kanaatinde bulunuyordu.
Taras Bulba, daha şimdiden Siyeç’te tekrar görüneceğinden ve iki oğluyla beraber onlara, askerlikte saçlarını, sakallarını ağartmış arkadaşlarına “İşte size iki cesur delikanlı prezanta ediyorum!”7 diyebileceğinden dolayı seviniyordu.
Ve çocuklarının muharebe sanatındaki ve aynı zamanda askerler için bir meziyet addettiği iyi içki içmedeki maharetlerini göreceğini sevinçle tahayyül ediyordu.
Önce oğullarını Siyeç’e yalnız göndermek istemişti. Fakat onların gençlikleri ve erkek güzellikleri karşısında kalbi ateşlenerek kendi isteğinden başka hiçbir mecburiyet olmadığı hâlde ertesi gün onlarla beraber yola çıkmaya karar vermişti. Evin içinde gidip geliyor, hararetle yerinde duramıyor, emirler veriyor, oğulları için atlar intihap ediyor ve en iyi eyer takımlarını seçiyor, ahırları, ambarları dolaşarak onlara refakat edecek hizmetçileri harekete getirmeye çalışıyordu.
Yaveri Yüzbaşı Tolkaç’a, kendisi evde bulunmadığı müddetçe ne yapılacağına dair inceden inceye talimat verdi. Ve ona bütün alayıyla beraber emir alır almaz hemen kendisine iltihak etmesini söyledi. Her ne kadar şarabın dumanı beynini sersemleştirmiş ise de hiçbir şey unutmadı, beygirleri suladı, beygirler gayet iyi arpa tayını yediler. Bütün hazırlıkların bittiğine hükmettiği zaman tekrar eve girdi. Ve yorulmuş olduğunu anladı.
“Çocuklar, şimdi uyumak zamanı geldi. Yarın bize Allah ne isterse onu verecek. Kocakarı, yatak yaymaya lüzum yok, biz avluda yatacağız!”
Henüz gece oluyordu, lakin Bulba geç yatmayı sevmezdi.
Bir halının üzerine uzandı. Hava serin ve evin içi sıcak olduğu için koyun postundan mantosunu üstüne örttü ve az zaman sonra horlamaya başladı. Kendisiyle beraber avluda yatanların hepsi de inceli kalınlı horlayıp duruyorlardı. Genç efendilerinin avdetlerini tesit8 için fazla içmiş olan gece bekçisi herkesten evvel uyumuştu.
Yalnız, zavallı anne uyanık kaldı ve birbirinin yanında uyuyan çocuklarının üzerine eğilmiş, onların kıvırcık saçlarını tarakla tarıyor, onları gözyaşlarına gark ediyordu.
Bütün ruhu, çocukların üzerine diktiği sevgi dolu gözlerinde toplanmıştı. Onları sütü ile beslemiş, şımartmış, sevmiş ve o kadar aşk ile büyütmüştü ki… Bunları, eve döner dönmez elinden alınması için mi yapmıştı?
“Oğullarım, sevgili yavrularım, acaba ne olacaksınız? Hayat size ne hazırlıyor?”
Hıçkırıklar artıyor, bir zamanlar o kadar güzel olan yüzü gözyaşlarıyla ıslanıyordu. Hakikaten o kavgacılık zamanında yaşayan kadınların ekserisi gibi pek bedbahttı, aşk onun için kısa bir zaman sürmüştü. O zaman kendisi gençliğin ilk hararetli anında idi. Hoyrat bir asker tarafından bir köşeye atıldığını, ihmal edildiğini gördü. Asker, kılıcı ve muharebe arkadaşlarını ve içki âlemlerini ona tercih etmişti. Kocasıyla ancak senede birkaç gün yaşıyordu.
Senelerce kendisini habersiz bırakarak ortadan kaybolmadığı zamanlar, tesadüfen birlikte bulunurlarsa zavallı kadının hayatı gıpta edilecek bir hâlde değildi. Kocası onun üzerine hakaretler ve hatta yumruklar yağdırıyor; ancak arada sırada bir sevgi sadakası veriyordu.
Bu kadar serseri ruhlu ve vahşi muharipler arasında yaşayan bu kadının tecellisi ne garipti. Yüzü gençlik neşesiyle okşanır okşanmaz taze yanakları ve güzel alnı vakitsiz kırışıklıklarla örtülmüştü. Koca muhabbeti müstesna olmak üzere, bir kadın kalbinde bulunan bütün muhabbetleri, ihtirasları tek bir his hâlinde evlatları üzerinde toplanmıştı. Şimdi de çocukları elinden alınıyordu. Belki onları artık hiç görmeyecekti. Bu acı düşünce altında ızdıraptan kıvranıyor ve gözleri yaşla doluyordu.
“Daha ilk muharebede bunların başlarını Tatarların kesmeyeceğini kim bilir?” diye kendi kendine söyleniyor ve “Cesetlerinin yırtıcı kuş gagalarıyla parçalandığı yeri bile bilmeyeceğim!” diyordu. Yüzlerine hasretle baktığı ve ağladığı bu gözü uykuyla kapanmış çocuklarının yerine kendi kanını akıtmayı ve hayatını vermeyi tercih ediyordu.
Bununla beraber vakit vakit kalbinde bir ümit beliriyor ve kendi kendine diyordu ki: “Bulba’nın bu kadar sabırsızca gitmeye kalkışması çok sarhoş olduğu içindir. Gece uyuyup istirahat ettikten ve sinirleri yatıştıktan sonra belki de hareketini birkaç gün sonraya bırakacaktır.”
Ay, yerde çoktan beri serilmiş uyuyanları çiy ziyasıyla aydınlatıyor, yakınlarda bir söğüt ağacı kümesi veyahut kalın böğürtlen çalıları, yer yer avlunun etrafındaki duvarları örtüyordu. Aynı yerde oturup oğullarının üzerine eğilmiş olan anne, gözlerini bir dakika bu sevgili simalardan ayırmıyor ve uyumak aklından bile geçmiyordu.
Fecrin yakınlaştığını hisseden beygirler, çayırların üzerine yatmışlar, artık ot yemiyorlardı.
Söğüt yapraklarının dallardan süzülüp köklere doğru inen hafif bir hışırtıyla titreyişi işitiliyordu.
Zavallı kadın böyle hareketsiz, gün doğuncaya kadar kaldı. Sanki yorgunluk nedir bilmiyor ve onun kalbi gecenin daha çok zaman sürmesini istiyordu. Nihayet ufukta kırmızımtırak bir aydınlık belirdi. Bu esnada rüzgâr, stepten karışık bir gürültü aksettiriyor ve bu gürültü arasında atların kişnemeleri duyuluyordu.
Ansızın uyanan Bulba birdenbire ayağa kalktı ve bir gün evvel verdiği kararı tamamıyla hatırlayarak bağırdı:
“Çocuklar, uyku yeter, kalkıp atları sulamak zamanı çoktan geldi! Ey! Sen ihtiyar, çabuk bize yemek hazırla, çünkü Siyeç’e kadar uzun yol var!”
Son ümidinin de mahvolduğunu gören biçare kadın, kederle mutfağa doğruldu, sabah yemeğine lazım olan şeyleri hazırladığı sırada, Bulba kendi adamlarına emirler veriyor ve oğulları için silahları, levazımı ve en iyi atları ayırmak için çırpınıp duruyordu.
Seminerdeki elbiseleri değiştirip asker elbiselerini giymeye gitmiş olan Ostap ve Andre baştan ayağa kadar değişmiş olarak geldiler: Kırmızı meşinden çizmeler ve gümüş mahmuzlar, bir gün evvel giymiş oldukları çamurlu ayakkabıların yerine kaim olmuştu. Karadeniz gibi geniş dizlikleri, bele altın yaldızlı bir kemerle bağlanmış ve bu kemerin üzerine tütün içenlere lazım olan eşya ile beraber bir de pipo asılmıştı, ceketleri ateş gibi kırmızı parlak renkli, üzerleri işlemeli idi. Bu ceketler onların garip kıyafetlerini tamamlıyordu. Aynı zamanda eğri bir kılıç çizmelerini dövüyor, gümüş kakmalı bir