nedir?”
“O da bir örümcek, daha çok tarantula türünden. Ama kavga sırasında bir tanesi, yüz tane örümceği öldürebilir.”
“Hım… Devam edelim, nerede kalmıştık?”
Bilgin; yirmi satır daha yazdırır, sonra oturur ve düşünmeye başlar.
İvan Matveiç, bilgin düşünürken boynunu uzatarak gömleğinin yakasını düzeltmeye uğraşır. Kravatı kaymış, düğmesi gevşemiştir ve ha bire yakası açılır durur.
“Hım, peki.” der bilgin. “Demek hâlâ kendinize bir iş bulamadınız İvan Matveiç?”
“Hayır. Nerede bulacaksınız? Aslında biliyor musunuz, gönüllü olarak orduya katılmaya karar verdim, babam ise bir eczaneye girmemi öneriyor.”
“Peki, üniversiteye girseniz daha iyi. Elbette zorlanırsınız, zordur ama çalışırsanız yaparsınız. Çalışın, bol bol okuyun. Çok okur musunuz?”
“Doğrusu az okuyorum.” diye yanıtlar İvan Matveiç, bir sigara yakarak.
“Turgenyev’i okudunuz mu?”
“Ha-hayır…”
“Gogol’u?”
“Gogol? Hımm! Gogol… Hayır, okumadım!”
“İvan Matveiç! A-a-a, çok ayıp etmişsiniz! Bu kadar iyi çocuksunuz, bunca yeteneğiniz var, şurada… Ve siz Gogol’u okumadınız! Lütfen okuyun. Ben size veririm, mutlaka okuyun, yoksa külahları değişiriz.”
Tekrar sessizlik olur. Bilgin bu sefer yumuşak kanepeye oturup kolçağına yaslanarak düşünmeye başlar. İvan Matveiç ise yakasıyla uğraşmayı bırakıp tüm dikkatini botlarına verir. İçlerindeki su birikintilerinin nasıl olduğunu fark etmemiştir. Üzülür.
“Bugün nedense iş yürümüyor.” diye mırıldanır bilgin. Siz, İvan Matveiç, kuş yakalamayı da sever misiniz?
“Sonbaharlarda. Burada tutmuyorum ama orada, memlekette her zaman tutardım.”
“Peki bakalım… Güzel. İş gitmese de yazmamız gerek.”
Bilgin kararlı biçimde ayağa kalkar, on satır yazdırdıktan sonra tekrar kanepeye geçer.
“Yok, yok, bugün olmuyor. Bu işi yarın sabaha bırakalım. Yarın sabah gelin, dokuza doğru. Geç kalırsanız artık, Tanrı sizi korusun.”
İvan Matveiç kalemini bırakır, masadan kalkar, gidip başka bir sandalyeye oturur. Beş dakika sessizlik içinde geçer, derken burada gereksiz bulunduğunu, gitmesi gerektiğini fark eder. Fakat bilginin çalışma odası o kadar konforlu, aydınlık ve sıcaktır ki… Bisküvilerin ve tatlı çayın tadı hâlâ damağındadır. Eve gitmeyi düşünmek yüreğini sızlatır. Evde yoksulluk ve açlığın yanında soğuk, huysuz ve devamlı kendisini azarlayan bir baba vardır. Burada her şey o kadar rahat ve sessizdir ki… Hatta örümcekleriyle bile ilgileniyorlardır.
Bilgin saatine bakar ve eline kitabını alır.
“Bana Gogol’u verecek misiniz?” diye sorar İvan Matveiç, ayağa kalkıp.
“Tabii, tabii. Ne diye acele ediyorsunuz dostum? Oturun, ne var ne yok başka, anlatın.”
İvan Matveiç oturur ve yüzüne bir gülümseme yerleşir. Her akşam bu gülümsemeyle oracıkta öyle oturur. Bilgini babası gibi görür onun sesinde ve bakışlarındaki sevecenliğine bakar. Geç kaldığında bilgin tarafından azarlanır ama öyle anları olur ki bilginin kendisine bağlandığını ve alıştığını hisseder. Bilgin onun örümcek hikâyelerini özlüyor gibi gelir İvan Matveiç’e ve hatta Don’da kuş yavrularını nasıl yakaladığını anlatmasını da…
CADI
Saat gece yarısına gelmişti. Diyakoz3 Saveli Gıkin, kilisenin bekçi odasındaki büyük yatakta yatıyordu ancak her zaman tavuklarla birlikte rahatça uyuyabildiği hâlde bu sefer uyuyamıyordu. Renkli kumaş artıklarından dikilmiş, kirden sararmış kısa yorganının bir ucundan uzun, yıkanmamış saçları, diğer ucundan da nasırlı kocaman ayakları çıkmıştı. Kulak kabarttı… Dışarıdaki çit kapısının, paramparça olan kapısının sesine verdi dikkatini; avlunun kenarındaki odasının tek penceresi vardı. Ve dışarısı savaş alanına dönmüştü. Çimlik alanda kimin kimi kökünden koparmak istediği bilinmez bir dünyada, yulaf lapasının ölümü için doğada demlenmek uğruna verdiği bu mücadeleyi anlamak zordu ancak acımasız ve uğursuz bir fırtına ulumasına bakılırsa birileri hayli sıkıntılıydı. Ormandaki böyle muzaffer bir güç, kilisenin çatısına şiddetle vuruyor, çimlerde birilerini kovalıyor, pençelerin camlarını yumrukluyor, her şeyi yırtıp atıyor, etrafta yenilen ne var ne yoksa uluyup ağlıyordu… Acıklı ağlayışlar, pencerenin dışından, çatının üzerinden, derken ocağın içinden duyuluyordu. Bu ağlayışlar bir yardım çağrısı gibi değildi, daha çok bir keder, yapılacak bir şey kalmadığını, kurtuluş umudunun olmadığını duyuruyordu. Kar yığınları ince bir buz tabakasıyla kaplanmıştı; üzerlerinde ve ağaçlarda gözyaşı damlaları titriyordu, yolları ve patikaları kapkaranlık bir çamur ve erimiş karların getirdiği çalı çırpılar kaplamıştı. Tek kelimeyle söylemek gerekirse; yerkürede bir çözülme olmuştu fakat gecenin karanlığında kalan gökyüzü buna şahit olamamıştı ama tüm gücüyle, çözülen bu toprakların üzerine yeni kar taneleri gönderiyordu… Rüzgâr bu kar tanelerinin yere düşmesine izin vermiyor ve karanlıkta isteği yere savuruyordu.
Gıkin, bu müziği dinledi ve kaşlarını çattı. Mesele şuydu; pencerenin dışındaki bütün bu yaygaranın nereye varacağını ve kimin ellerinde olduğunu biliyordu ya da en azından tahmin ediyordu.
“Biliyorum!” diye mırıldandı, yorganın altındaki işaret parmağını tehdit eder gibi sallayarak. “Her şeyi biliyorum!”
Diyakozun karısı Raisa Nilovna, pencerenin önündeki bir taburede oturuyordu. Başka bir taburenin üzerinde duran tenekeden gaz lambası, kendi gücüne inanmayan bir ürkeklikle onun geniş omuzlarına, gözdesinin güzel ve iştah açıcı kabarıklıklarına değerek yere doğru kalın bir örgüyle, titrek bir ışıkla dökülüyordu. Kadın, kaba ketenden çuvallar dikiyordu. Elleri hızlı hareket ediyordu ama gözlerinin ifadesine, parlak dudaklarına, beyaz boynuna ve bu monoton, mekanik işe kendini kaptırmış bedenine bakılırsa uyukluyor gibiydi. Ara sıra yorgun boynunu dinlendirmek için başını yukarıya kaldırıyor, pencerenin ardındaki şiddetli kar fırtınasına bakıyor ve tekrar işinin üzerine eğiliyordu. Kalkık burnu ve yanaklarındaki çukurlarıyla güzel yüzü hiçbir şey ifade etmiyordu. Ne arzu ne neşe ne de bir hüzün vardı. Güzel bir çeşmenin suyu akmıyorsa bir anlam ifade etmez.
Derken bir çuvalın dikim işini bitirip kenara fırlattı ve tatlı tatlı gerinerek donuk ve hareketsiz bakışlarını pencereye dikti. Camdan gözyaşları süzülüyordu, ömürleri kısa kar tanecikleriyle etraf bembeyazdı. Camın üzerine kar tanecikleri, diyakozun karısına bir kısa bakış atıp düşüyordu.
“Yatağa git hadi!” diye homurdandı diyakoz.
Karısı sessiz kaldı. Fakat aniden kirpikleri kıpırdadı, dikkat bir anda gözlerinde parladı. Yorganın altından onun yüzündeki ifadeleri izleyen Saveli, başını dışa çıkararak sordu:
“Ne oldu?”
“Yok bir şey. Sanki bir araba kiliseye doğru geliyor gibi geldi de.”
Diyakoz elleri ve ayaklarıyla üzerindeki yorganı hızla attı ve yatağın kenarına oturup karısına doğru donuk bir ifadeyle baktı. Lambanın ürkek ışığı adamın kıllı ve şişmiş yüzünü