Александр Куприн

Olesya


Скачать книгу

’in oğlu olarak 1870 yılında Penza’nın Narovchat kentinde doğdu. Babası Rus’tu, annesi 19. yüzyılda servetinin çoğunu kaybetmiş soylu bir Volga Tatar ailesindendi. Ayrıca Aleksandr’ın iki kız kardeşi de vardı.

      Aleksandr Kuprin en çok The Duel, The Pit romanları ile Moloch, Olesya, Junior Captain Rybnikov, Emerald ve 1965’te bir film hâline getirilen Garnet Bracelet ile tanınmış; araştırma-inceleme, edebiyat, politik akımlar ve ideolojiler kategorilerinde eserler vermiş Rus yazardır.

      Başlıca eserleri; Devrim Öyküleri, Gambrinus, Janeta, Janeta – Dört Sokağın Prensesi, Olesya olarak sayılabilir.

      Aleksandr Kuprin, 25 Ağustos 1938’de yemek borusu kanseri nedeniyle hayata gözlerini yumdu ve vefatından iki gün sonra Leningrad'daki Volkovo mezarlığına defnedildi.

      Doç. Dr. Hüseyin Polat, Arap Dili ve Edebiyatı alanında lisans eğitimini tamamladı. Arap Dili Eğitimi, Arap Edebiyatı ve Türkçenin yabancılara öğretimi konularında akademik düzeyde bilimsel çalışmalar yaptı. Türkçe, Rusça ve Arapçanın öğretimi alanlarının yanı sıra tarih konularında da birçok telif eser yazdı. Ayrıca edebiyat ve tarih alanlarında birçok Rusça ve Arapça eseri tercüme ederek Türkçeye kazandırmıştır.

      Telif ve tercüme eserlerinden bazıları şunlardır:

      Anadili Türkçe Olanlara Arapça Öğretimi

      Anadili Türkçe Olanlara Rusça Öğretimi

      Anadili Rusça Olanlara Türkçe Öğretimi

      Yabancalar İçin Rusça Açıklamalı Türkçe Okuma Metinleri Temel Düzey (A1-A2)

      Yabancılar İçin Lehçe (Polonya Dili) Açıklamalı Türkçe Okuma Metinleri Temel Düzey (A1-A2)

      Yabancılar İçin Arapça Açıklamalı Türkçe Okuma Metinleri B1-B2

      Mangışlak’taki Türkmenler ve Kırgızlar

      Günahkâr

      Kuruluşundan XII. Yüzyılın İkinci Yarısına Kadar Bağdat ve Ebû’l-Ferec İbnu’l-Cevz

      1

      Hizmetçim, aşçım ve av arkadaşım Ormancı Yarmola yakacak odunların altında eğilmiş bir şekilde girdi odaya. Odunları pat diye yere bıraktı. Üşümüş parmaklarını üflemeye başladı. Sobanın kapağının önüne çömelerek:

      “Dışarıda bir rüzgâr, bir rüzgâr var beyim!.. Sobayı iyice yakmalı. İzninizle beyim, kibriti alabilir miyim?” dedi.

      “Yani, yarın tavşan avına gitmeyelim mi? Ne dersin Yarmola?”

      “Hayır, hayır. Mümkün değil. Dışarıdaki kasırgayı duyuyorsunuz. Tavşan yatıyordur şimdi. Ses seda yoktur. Yarın hiçbir tavşan izi göremezsiniz.”

      Kader beni, altı aylığına Palesye civarındaki Volın vilayetindeki bu uzak köye atmıştı. Poles… Buradaki tek uğraşım ve eğlencem işte şu av işiydi. İtiraf etmeliyim ki bana köye gitmeyi teklif ettiklerinde burasının bu kadar dayanılmaz sıkıcı olacağını aklımın ucundan geçirmemiştim. Hatta buraya büyük bir zevkle gelmiştim. “Palesye! Doğanın koynundaki el değmemiş bakir yerler! Sıradan âdetlerin bulunduğu yer! Bakir doğa!” diye düşünüyordum buraya gelirken vagonda yol aldığım sırada. Garip gelenekleri ve göreneklere sahip yabancı olduğum insanlar! Kendilerine özgü dilleri olan insanlar! Şimdi oralarda ne kadar da çoktur şiir gibi masallar ve efsaneler! Hatta bu arada küçük bir gazetede iki katil ve bir intihar olayını anlatan küçük bir hikâye yayınlatmıştım bile. Bu nedenle teorik olarak bir yazar için gelenekleri gözlemlemenin ne kadar yararlı olacağının farkındaydım. Her şeyi olduğu gibi anlatmak ve yine anlatmak istiyordum.

      Ancak maalesef Perebrod köylülerinin kendilerine has bazı özellikleri, insanlarla iletişim kurmaktan kaçınmadaki inatlarıyla karşılaştım. Ya da bu işi beceremeyen kişi bendim. Nitekim buranın sakinleriyle olan iletişimim sadece beni gördüklerinde söyledikleri selamlama ifadelerinden ibaretti. Beni gördükleri zaman, daha uzaktayken ciddi bir suratla büyük bir ihtimalle “Tanrı’nın selametiyle” anlamına gelen “Gay Bug” diyorlardı. Kendileriyle konuşmaya çalıştığımda ise ya bana şaşkın ifadelerle bakıyorlardı ya da çok basit soruları bile anlamazlıktan geliyorlardı ve ellerimi öpmek için saldırıyorlardı. Bu el öpme işi, eski bir gelenekti. Ta Polonya serfliğinden kalmıştı.

      Yanımda getirmiş olduğum tüm kitapları defalarca okumuştum. Can sıkıntısından -ilk başlarda hoşuma gitmese de- yerel bürokratların temsilcileriyle tanışmayı denedim. Mesela on beş fit uzaklıktaki rahiple tanışmayı istedim. Ayrıca onun yanında yaşayan kilise piyanistiyle tanışmayı denedim. Sonra köyün emekli başçavuşuna ait olan komşu malikânenin kalem müdürüyle tanışmayı arzu ettim. Ancak nafile.

      Bir süre sonra kendime bir meşguliyet bulmak için Perebrod köyünün sakinlerini tedavi işiyle uğraşmaya başladım. Kullanabileceğim kadar Hint yağı, karbolik asit, borik asit ve tentürdiyodum vardı. İlginçtir, o kadar kıt tıp bilgime rağmen bazen hastalıklara tam bir teşhis koyabilecek kadar ilerletmiştim işi. Çünkü hastalarımın hepsinin de hastalık semptomları aynıydı. Sürekli “Karnımın tam ortası ağrıyor.” ve “Hiçbir şey yiyip içemiyorum.” diyorlardı.

      Mesela muayene için yaşlı bir kadın geliyor, işaret parmağıyla utanarak burnunu sildikten sonra koynundan bir çift yumurta çıkarıyordu. Yumurtaları çıkardığı anda da onun kahverengi tenini görüyordum. Yumurtaları masanın üzerine bıraktıktan sonra öpücükler kondurmak için ellerimi yakalamaya çalışıyordu. Ben ise kendisini ikna edip ellerimi saklamak için mücadele veriyordum. “Peki, peki. Tamam anneciğim. Yeter. Ben rahip değilim ki! Gerek yok.” diyordum.

      “Neren ağrıyor?”

      “Karnımın orta yeri ağrıyor beyim. İşte şu tam ortası. Bir şey yiyip içemiyorum.”

      “Ne kadar zamandır böylesin?”

      “Biliyor muyum ki.” diye cevap veriyordu benim soruma.

      “Burası sürekli yanıyor. Ne bir şey yiyebiliyor ne bir şey içebiliyorum.”

      Ne kadar uğraşırsam uğraşayım hastalığın daha açık bir semptomunu öğrenemiyordum.

      “Dert etmeyin, aldırmayın.” dedi bir defasında astsubay bana. “Onlar kendi kendilerine iyileşirler zaten. Köpeklerde olduğu gibi yaralar kendiliğinden kurur. Size şu kadarını söyleyeyim. Ben sadece nişadır kullanıyorum. Adamın birisi geliyor bana. ‘Neyin var?’ diye soruyorum. ‘Hastayım.’ diyor. Ben de o anda burnuna nişadır ispirtosu şişesini dayıyorum. ‘Kokla, kokla.’ diyorum. Kokluyor. ‘Tekrar kokla, daha çok çek içine.’ diyorum. Kokluyor. ‘Peki, şimdi rahatladın mı?’ diye soruyorum. ‘Sanki biraz daha iyi oldum.’ diye cevap veriyor. ‘Hadi, selametle git.’ diyorum.”

      Aslında bu el öpme işinden iğreniyordum. Çünkü bazıları oldukları yerde ayaklarıma kapanıp var güçleriyle çizmelerimi öpmeye çalışıyorlardı. Bu davranışın altında minnettarlık duygusu söz konusu değildi. Buradaki şey, yüzlerce yıldır köleliğe ve zorbalığa maruz kalmanın getirdiği ruhlara işlemiş olan iğrenç bir alışkanlıktı. Ben sadece köyün başçavuşu ile astsubayın kalem müdürünün, kocaman kızıl patilerini mutlaka yapılması gerekiyormuş gibi bu adamların dudaklarına uzatmalarına şaşırıyordum.

      İşte bu nedenle tek tesellim sadece ava çıkmak kalmıştı. Ancak ocak ayının sonunda hava öyle bir bozdu ki ava çıkmak imkânsız hâle geldi. Her gün gündüzleri korkunç bir rüzgâr esiyor, geceleri ise yerdeki karın üzerinde tavşanın hiçbir iz bırakmadan geçip gittiği kar yüzeyindeki buz tabakası oluşuyordu. Eli kolu bağlı bir şekilde evin içinde kilitlenmiş gibi oturup rüzgârın ulumasını dinlerken çok ama çok hüzünleniyordum. Belki de bu nedenle olsa gerek, bu defa büyük bir hevesle Ormancı Yarmola’ya okuma yazma dersi işi gibi masum bir işle uğraşır buldum kendimi.

      Okuma yazma dersi fikri, bu arada tamamen kendiliğinden meydana gelmişti. Bir defasında mektup yazıyordum. Birden arkamda birisinin durduğunu hissettim. Kafamı çevirdiğimde bu kişinin Yar-mola olduğunu fark ettim. Yarmola, hep yaptığı gibi o yumuşak sandaletlerini giydiği için yanıma sessiz sedasız gelivermişti.

      “Buyur Yarmola, bir şey mi vardı?” diye sordum.

      “Şey… Nasıl yazıyorsunuz, şaşırıyorum ben. Ah ben