okuma yazma bilen tek bir kişi bile yok. Bir kâğıt filan imzalamak gerekirse ya da ilçede bir işim olursa veya bunun gibi bir şey olduğunda işte yardım edecek kimsemiz yoktur. Yaşlılar sadece parmak basıyorlar. Ancak parmak bastıkları kâğıtta ne yazdığını bilmiyorlar. Eğer aramızdan birisi imza atmayı bilmiş olsa bu hepimiz için iyi olur, diye düşünüyorum.”
Bu kadar kötü bir üne sahip kaçak bir avcının, pervasız serserinin ve köy heyetinin, düşüncesini kale almadığı birisinin kendi köyünü ilgilendiren böyle bir toplumsal konuyla ilgilenmesi nedense beni duygulandırmıştı. Bu yüzden ders vermeyi kendisine bizzat ben teklif ettim. Benim için bu o kadar zor bir iş de değildi. Altı üstü onun gibi bilinçli birisine okuma yazma öğretecektim! Yarmola, kendi ormanındaki her bir patikayı, neredeyse her bir ağacı adı gibi bilen, ormanın neresinde olursa olsun gece gündüz yolunu kolayca bulabilen, o civarlardaki tüm kurtların, tavşanların ve tilkilerin izlerini bulabilen işte bu Yarmola, nedense “m” ve “a” harflerinin yan yana gelince niçin “ma” sesini oluşturduğunu anlayamıyordu. Havsalası almıyordu. Böyle basit, sıradan bir problemi çözmek için on dakika, belki daha fazla düşünüyordu. Ancak onun kara yağız sıska yüzü, düşük kara gözleri, sert kara sakalı ve pala bıyıkları zihinsel gerginliğini son derece belirgin bir şekilde ifade ediyordu.
“Hadi, şimdi söyle bakalım Yarmola, ‘ma’. Sadece ‘ma’ de yeter.” diyordum ısrarla kendisine. “Kâğıda bakma, bana bak. İşte böyle. Hadi, söyle bakalım ‘ma’ ”
Bunun üzerine Yarmola, derin bir nefes aldı. Sonra işaret çubuğunu masanın üzerine bırakıp üzgün ve emin bir sesle:
“Hayır, hayır, yapamıyorum.” dedi.
“Ne demek yapamıyorum? Çok basit bir şey bu. Sadece ‘ma’ diyeceksin. Bak işte tekrar ediyorum.”
“Hayır, hayır. Yapamıyorum efendim. Unuttum ne söyleyeceğimi.”
Bu dehşet verici anlamama inadı için uygulanan bütün yöntemler ve teknikler çökmüştü artık. Ancak Yarmola’nın aydınlamaya olan bu gayreti kırılmamıştı.
“Şu adımı soyadımı yazabilseydim bir!..” diye yalvarıyordu bana utanarak. “Başka hiçbir şey istemiyorum.”
Sonunda bu kadar zeki birisine okuma yazmayı öğretmekten vazgeçip, sadece otomatik olarak imza atmayı öğretmeye karar verdim. Bu uygulamam beni son derece şaşırttı. Çünkü bu taktik Yarmola’da çok daha etkili olmuştu. Nitekim ikinci ayın sonunda nihayet adını yazmayı, zar zor da olsa yazabilmeyi başarmıştık. Soyadını yazma işine gelince… Bu zor sorunu kökünden çözmek için soyadını yazmayı öğrenmekten tamamen vazgeçtik.
Yarmola, akşamları sobayı yakma işini bitirdikten sonra, ders için kendisini çağırmamı büyük bir sabırsızlıkla bekliyordu.
“Hadi Yarmola! Başlayalım dersimize.” diyordum.
Yan yan geliyordu masanın yanına. Masaya dirseklerini yasladıktan sonra tüy kalemi, aşırı derece sertleşmekten artık bükülmeyen parmaklarının arasına alıyordu. Daha sonra da kaşlarını yukarı doğru kaldırıp bana meraklı gözlerle bakıyordu.
“Yazmaya başlayayım mı?”
“Başla.”
Yarmola kendinden emin bir şekilde ilk harf olan “П” harfini çizmeye başlıyordu. (Bu harfe şöyle bir ad koymuştuk: İki dik direk ve üstlerine bir çapraz direk.) Sonra bana meraklı gözlerle bakıyordu.
“Ne oldu? Neden yazmıyorsun? Unuttun mu?”
“Unuttum.” diyordu kızgın bir şekilde sallayarak başını Yarmola.
“Ne adamsın be Yarmola! Hadi koy oraya bir tekerlek.”
“Haa! Tekerlek, tekerlek tabii! Evet, anladım, anladım.” diyerek canlanıyordu Yarmola. Sonra büyük bir gayretle yukarı doğru uzatılmış simgeyi çizmeye çalışıyordu kâğıda. Gerçi çizdiği harf, daha çok Hazar Denizi’ni andırıyordu. Bu zor işi bitirdikten sonra da bir süre kafasını bir sağa bir sola çevirerek ve gözlerini şaşılaştırarak çizdiği harfe hayranlıkla bakıp, başarısının tadını çıkarıyordu.
“Neden durdun? Hadi devam etsene.”
“Biraz vakit verin efendi. Başlıyorum hemen şimdi.”
İki dakika kadar düşündükten sonra başlıyordu sormaya, çekingen bir ses tonuyla:
“Aynı şu birincisi gibi değil mi?”
“Aynen. Yaz, yaz.”
İşte böyle böyle, sonunda son harfimiz olan “K” harfine kadar geldik. (Sertleştirme ünlüsünü öğrenmeyi ders programımızdan çıkardık.) “K” harfini dik bir çubuk ve kuyruklarını yan tarafa eğen iki çubuk olarak simgelemiştik.
“Ne dersiniz beyim?..” diye söze başladı Yarmola ödevini yapıp, bitirip başarısına büyük bir gururla baktıktan sonra. “Sizce eğer beş altı ay daha ders çalışma imkânım olsaydı bütün harfleri çok iyi öğrenirdim herhâlde, değil mi?”
2
Yarmola, sobadaki kömürü karıştırarak sobanın kapağının yanına dizlerinin üzerine çömeldi. Bense yaşadığım odanın içinde çapraz bir şekilde volta atıp duruyordum. On iki odalı devasa binanın sadece eski bir divanıydı meşgul ettiğim yer. Diğer odalar kilitliydi. Bu kilitli odalarda ise büyük bir gururla küflenmekte olan Damasko (Golden Tile) mobilyaları, garip bronzlar ve on sekizinci yüzyıldan kalma portreler bulunmaktaydı.
Duvarların dışındaki rüzgâr, yaşlı çıplak bir şeytan gibi çıldırıyordu. Rüzgâr kükredikçe iğrenç kahkaha, ciyaklama ve homurdanma sesleri duyuluyordu. Akşama doğru kar fırtınası daha da şiddetlenmişti. Dışarıda birileri büyük bir kızgınlıkla pencerenin camına bir avuç sert kartopu atıyordu. Yakınlardaki orman da durmadan kindar ve fena bir tehditle homurdanıp uğulduyordu.
Rüzgâr boş odalara, sobanın ulamakta olan borularına ve zangır zangır titreyen yarı harabe hâldeki evin içlerine saldırıyordu. Dökülmeye yüz tutmuş olan bu ev, birden gayriihtiyari bir endişeyle duyduğum garip seslerle canlanıveriyordu. İşte şimdi de beyaz renkteki salonun içlerine üflüyordu kesik kesik derin ve hüzünlü bir şekilde. insanların ağır ve sessiz adımlarının altında kalarak, çoktan çürümüş olan döşeme tahtaları hareketlenerek gıcırdıyordu. Sanki odamın yan tarafındaki koridorda birisi, dikkatli ve ısrarlı bir şekilde kapının koluna basıyor, sonra da kızarak birden evin dört bir yanına koşuşturuyor gibime geliyordu. Bütün kapıları ve panjurları delice sallayarak ya da boruların içine girip kâh acıklı bir şekilde sızlanarak, insanın canını sıkacak ve aralıksız bir şekilde, acıklı, cırtlak ve en tiz sesiyle en yukarılara çıkıyor; kâh bir hayvan hırlamasıyla aşağılara iniyordu. Odama nereden düştüğünü sadece Allah’ın bildiği bu feci misafir, bazen de aniden bastıran bir soğuklukla sırtımda geziniyor ya da yeşil kâğıtla kaplı abajurun içinde yanmakta olan lambanın alevlerini dalgalandırıyordu.
Sonunda tuhaf ve belirsiz bir tedirginlik kapladı içimi. Fırtınalı bir gecede rüzgârların oluşturduğu kar yığınları ve ormanın içinde kaybolmuş, şehir hayatından, toplumdan, kadın kahkahasından ve insan seslerinden uzakta, ücra bir köyün ortasındaki köhne bir evde tek başıma olduğumu düşünmeye başladım kendi kendime… Ve bu fırtınalı gecede ölüm gelip kapımı çalana kadar onlarca yıl sürüp, uzadıkça uzayacakmış, dışarıdaki rüzgâr durmadan kükreyecekmiş, yoksul yeşili abajurun içindeki lamba silik bir şekilde yanıp duracakmış, odamda endişe içinde volta atıp duracakmışım gibi gelmeye başladı. Bana yabancı bir yaratık olan suskun ve dalgın Yarmola ise yiyecek yemeği