Yunus Emre

Yunus Emre`den Seçmeler


Скачать книгу

‘O şimdiden sonra olmaz. Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın nasibini ondan alsın.’ dedi.

      Bunun üzerine Yunus yola çıkıp Tapduk Emre’ye geldi. Tapduk Emre: ‘Safa geldin, hâlin bize malum olmuştu; hizmet et, emek yetir, nasibini al.’ dedi.

      Yunus tekkeye dağdan odun getirme işine koştu. Yunus tam kırk yıl sırtında odun taşıdı; fakat bir kez olsun eğri odun getirmedi. Şeyhi bir gün: ‘Dağda eğri odun kalmadı mı ey Yunus?’ diye sordu. Yunus: ‘Eğri odun çok ama senin dergâhına odunun bile eğrisi giremez.’ diye cevap verdi.

      Günlerden birgün Anadolu erenleri Tapduk Emre’nin tekkesine geldiler. Büyük cemaat oldu, meclis kuruldu. O mecliste Yunus’tan ayrı ‘Yunus-ı Gûyende’ derler bir başka kişi daha vardı. Tapduk Emre vecde gelince Yunus-ı Gûyende’ye: ‘Yunus, söyle’ dedi. Gûyende işitmedi. Bu buyruğu üç kez tekrarladı. Gûyende’den ses çıkmayınca bu sefer öbür Yunus’a (Bizim Yunus’a) dönüp: ‘Yunus vakit oldu; o hazinenin kilidini açtık, nasibini alıverdin, sen söyle! Bu mecliste sohbet et. Hünkâr varlığının nefesi yerine geldi.’ dedi. Yunus’un gönlü açıldı, gözlerinden perde kalktı, şevk denizine düştü. Ağzını açıp inci ve cevahir saçtı. İlahi hakikatlerin sırlarından, inceliklerinden öyle sohbet eyledi ki, işitenler hayran kaldılar. Sonra o ne söylediyse hepsini kaleme aldılar. Ulu bir divan oldu. Mezarı Sivrihisar civarında, doğduğu yere yakındır.”

      Yunus Emre’yle ilgili bir kısım rivayetleri de Aziz Mahmut Hüdayi Vakıat adlı eserinde derlemiştir. Bu rivayetleri Hüdayi’nin şeyhi Mehmet Üftade nakletmiştir. Vakıat’taki rivayetler Vilayetname’dekileri tamamlar mahiyettedir. Aziz Mahmut Hüdayi’nin anlattığına göre; Yunus Emre, otuz sene hizmetten sonra, tasavvuf eğitimini tamamlayamadığını, kendisinde olağanüstü hiçbir hâlin meydana gelmediğini düşünerek tekkeyi terk eder. Yolda yaşadıkları şöyle anlatılır:

      “Bir gün bir mağarada yedi ere rastladı, onlarla arkadaş oldu. Her akşam onlardan biri dua eder, duadan sonra gökten bir sofra yemek inerdi. Sıra Yunus’a geldi, o da dua etti: ‘YaRabbi benim yüzümü kara çıkarma.

      Onlar kimin hürmetine dua ediyorlarsa onun hürmetine beni utandırma.’ dedi. O akşam iki sofra yemek indi. Arkadaşları: ‘Kimin yüzü suyu hürmetine dua ettin?’ diye sordular. Yunus: ‘Önce siz söyleyin.’ dedi. Onlar da: ‘Biz Tapduk Emre dergâhında otuz senedir hizmet eden Yunus hürmetine dua ederiz.’ dediler. Yunus bunu duyunca hemen dergâha geri döndü, gelip Ana Bacı’ya sığındı, ‘Aman beni bağışlat!’ dedi.

      Ana Bacı: ‘Tapduk sabah namazına abdest almak için çıkar. Sen kapı eşiğine yat. Üstüne basınca bu kim diye sorar. Ben: ‘Yunus’ derim. ‘Hangi Yunus?’ derse bil ki, gönlünden çıkmışsın! ‘Bizim Yunus mu?’ derse ayaklarına kapan, kendini bağışlat.’ Yunus, Ana Bacı’nın dediği gibi eşiğe yattı. Tapduk Emre’nin gözleri görmezmiş. Ana Bacı koluna girer, abdest almaya götürürmüş. O sabah gene götürürken ayağı Yunus’a değdi. ‘Bu kim?’ diye sordu. Ana Bacı: ‘Yunus’tur’ dedi. Tapduk: ‘Bizim Yunus mu?’ deyince, Yunus şeyhinin ayağına kapanıp suçunu bağışlattı.”

      Bir halk rivayetinde ise, Yunus Emre’nin üç bin şiir söylediği, bu şiirlerin ölümünden sonra Molla Kasım adında bir zahidin eline geçtiği anlatılır. Molla Kasım şiirleri eline alıp bir su kenarına oturur. Kendi sofuluğuna uygun bulmadığı için şiirlerden bin tanesini yakar, bin tanesini de suya atar. Üçüncü bin şiirleri okumaya başlayınca şu beyitle karşılaşır:

      Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme

      Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir

      Beyti okuyan Molla Kasım şaşırır, tövbe eder, Yunus’un ermişliğine inanır. Fakat iş işten geçmiştir; elde bin tane şiir kalmıştır. Halk, yakılan şiirlerin gökte melekler tarafından, suya atılan şiirlerin balıklar tarafından ve elde kalan şiirlerin de insanlar tarafından okunduğuna inanır.

      Yunus Emre’nin Türkçesi

      Yunus Emre, üzerinde yaşadığımız topraklarda kurulan Türk-İslam medeniyetinin önde gelen manevi mimarlarındandır. Bugün konuştuğumuz Türkçenin temellerini o atmıştır. 13. yüzyılda Anadolu’da Türkçenin bir edebiyat dili olması yolunda ilk ve en önemli çaba Yunus’a aittir. Anadolu Selçuklu Devleti zamanında din ve bilim dili olarak Arapça; edebiyat dili olarak da Farsça kullanılıyordu. Bu dönemde Farsça saray dili hâline getirilmişti. Yunus ve onun yolundan giden şairler, Türkçeden yana tavır koyarak Türkçe yazmışlar, Türkçe söylemişlerdir.

      İşte, Yunus’u Yunus yapan en önemli özelliklerinden birisi bu Türkçeciliğidir; Türkçeyi sanatkârane bir dehayla kullanmasıdır. Türkçeyi büyüleyici bir üslupla şiirleştirmek ona nasip olmuştur. Yunus, dil ve ifade bakımından Türk milleti ile bütünleşmiş bir şairdir; o, milletinin iman ve duygu dünyasını Türk diliyle ölümsüz bir mesaj hâline getirmiştir. Yunus’un zamanları aşarak günümüze kadar gelmesi ve her kesimden insanımıza hitap edebilmesindeki sır burada aranmalıdır.

      Yunus’tan önce veya onunla aynı dönemde Anadolu Türkçesiyle şiir yazan şairler vardır. Ahmet Fakih, Şeyyad Hamza ve Dehhani Türkçe yazan şairlerdir. Mevlana ve oğlu Sultan Veled de bazı Türkçe şiirler kaleme almışlardır. Fakat bunların hiçbiri Yunus’un yaptığını başaramamıştır. Yunus, denilebilir ki, Türkçenin kurucu sudur. O, bu topraklar üzerinde dilden bir mimari yapı kurmuştur. Süleymaniye taştan bir anıtsa Yunus’un ilahileri de sesten bir anıttır. Bilelim veya bilmeyelim, biz milletçe bu sesten anıtın içinde yaşıyoruz, onun altında soluk alıp veriyoruz. Yunus, Türk diline ruhunun derinliklerinden öylesine üflemiştir ve onu canlandırmıştır ki, Türkçe kıyamete kadar diri kalacak bir enerjiyle yüklenmiştir.

      Yunus Emre’nin kullandığı dil sadedir fakat o dönemin Türkçesinde var olan ve halk tarafından da kullanılan Arapça ve Farsça kelimeleri de kullanmıştır. İslamiyet yoluyla Türkçeye giren Arapça kelimelerle aynı medeniyet dairesi içinde bulunmak hasebiyle Farsçadan Türkçeye geçen kelimeleri halk Türkçeleştiriyor ve öyle kullanıyordu. Yunus’un şiirlerine bakıldığında Arapça ve Farsça asıllı kelimelerin Türkçenin ses sistemine nasıl uyarlandığı görülür. Yani, Yunus kullandığı dil itibarıyla halktan bir milim bile ayrılmamıştır. Onun şiirlerindeki kelimeler, insanların da günlük hayatlarında kullandıkları kelimelerdir.

      Bugün artık kullanılmayan, unutulmuş bazı arkaik kelimelerin Yunus’un şiirlerinde yer aldığını görüyoruz. Mesela, “arkuru, ög, ayruk, bezek, kezek, uçmak, sınuk, kiçi, iye, yazuk…” gibi kelimeleri şiirlerinde sıkça kullanmıştır.

      Nihat Sami Banarlı, Yunus’un dilini şöyle değerlendirmektedir:

      “Yunus Emre’ye kadar, üç milletin üzerinde asırlarca işlediği Acem lisanı (Farsça) bile vahdet-i vücut inanışını Yunus kadar kolay söyleyememiştir. Hiçbir yapmacığı olmayan, âdeta sanat kaygısı ile söylenmiyormuş gibi sade ve külfetsiz bir lisanla söylenen Yunus’un şiirlerine hemen bütün tasavvuf edebiyatında benzer şiirler bulmak kolay değildir.

      Yunus’ta, tasavvufun söylenmesi güç heyecanları, berrak bir su içindeymiş gibi zevkle görülür. Bu su, denilebilir ki, Yunus’un güzel, musiki dolu, saf ve temiz Türkçesidir. Bu öyle bir sudur ki, bulunduğu kap sarsılıp onu çağıldatan şairin ruhundaki fırtınalar arttıkça daha çok berraklaşır.

      Allah sevgisini, insandaki Allah’ı; her varlıkta Allah diyen bir ifade bulunduğunu söyler ve Tanrı’sına varamamak endişesiyle yandığı zamanlardaki acısını haykırırken Yunus, âdeta eskiden söylenmiş şiirleri hatırlatıyor ve onları tekrarlıyormuşçasına şiiri