Неизвестный автор

Kerem ile Aslı


Скачать книгу

nlarda İran’ın İsfahan şehrinde çok adil bir hükümdar vardı. Memleketi çok güzel idare eder, kimsenin hakkını kimsede bırakmazdı. Bunun için herkes tarafından sevilirdi. Fakat bu hükümdar talihinden şikâyet eder, mesut olmadığına yanardı. Çünkü dünya yüzünde tek bir evladı yoktu.

      Bir gün makamında otururken düşünceye daldı, kendi kendine; “Ben…” dedi. “Yeryüzündeki insanların en bedbahtıyım. Ölünce namım dünyadan silinecek, adımı kimse ağzına almayacak. Ne olurdu Cenabıhak bana bunca görkem ve servet yerine bir tek evlat verseydi. O vakit ben de diğer insanlar gibi hâlimden şikâyet etmezdim. Zenginlik, mevki, rütbe, şan ve şöhret insanı mesut edemez.” Saadet, ekmek parası kazanmaktan âciz bir adama gülümsüyordu, şöhreti her tarafı saran bir iktidar adamına dönüp bakmıyordu bile!..

      Hükümdarın bir de Keşiş Hazinedarı vardı. Tuhaf değil midir ki, bu Keşiş’in de şimdiye kadar hiç evladı olmamıştı. O da talihinden şikâyetçiydi.

      Hükümdar, kendi kendine söylenirken içeri Keşiş girdi. Efendisinin hatırını sordu. Hükümdar zaten dertleşecek bir arkadaşın gelmesini bekliyordu. Hemen içini dökmeye başladı:

      “Görüyorsun, çok fena vaziyetteyim. Bir insan ne kadar çok yaşasa da bir gün muhakkak ölür, hiçbirimiz bâki değiliz. Lakin ölünce yeryüzünde bir iz bırakamadan, çabucak unutuluvermek tecellilerin en acısıdır.”

      “Ah benim devletli efendim. Ben de aynı dertten mustaribim, benim de dünya yüzünde tek bir zürriyetim yok fakat gam yemiyorum. Çünkü insan ne kadar düşünürse o kadar üzüntülü olur. Senin de gece gündüz düşünmen lazım. Mal, mülk, para vs. her şeyin tamam. Yalnız bir noksanın var ki, buna sahip olsaydın baba olamamanın acısını unuturdun.”

      Hükümdar merakla sordu:

      “Aman Keşiş. O noksan neymiş? Söyle de hemen icabına bakalım.”

      Keşiş kısaca anlattı:

      “Çok basit devletlim, çok basit. Hem de çabucak yapılması mümkün! Öyle bir bahçe yaptır ki, içinde havuzlar bulunsun, renk renk çiçekler olsun. Ağaçlarında çeşit çeşit kuşlar ötsün ve muhtelif yerlerinde şırıl şırıl sular aksın. Sonra devletli efendim de bahçeye gelip gönlünü avutsun.”

      Hükümdar Keşiş’e hak verdi:

      “Çok doğru söylüyorsun, böyle bir bahçe yapılması için derhal emir vereceğim.”

      Ertesi gün memlekette ne kadar mimar, mühendis varsa davet edildi. Onlara gerekli olan ne kadar bahçıvan varsa saraya getirtildi.

      Tam bir buçuk sene süren devamlı bir çalışmadan sonra bahçe ikmal edildi. Hükümdar büyük merasim ile bahçenin açılış törenini yaparak memleketin fakir fukarasına para dağıttı, ziyafet çekti.

      Bahçe hakikaten insanın acı ve kederini dağıtıyordu. Hükümdar ile Keşiş her gün bahçenin güzel bir yerine oturuyorlar, dereden tepeden konuşuyorlar, kuşların ötmelerini, suların şırıltılarını dinliyorlar, rengârenk çiçeklerin bayıltıcı kokularını içlerine çekiyorlar, kederi hatırlarına bile getirmiyorlardı.

      Bir gün hükümdarın karısı Hanım Sultan’la Keşiş’in karısı bahçeye gezmeye geliyorlardı. Önlerine ağaç fidanları satan bir köylü çıktı:

      “Ucuz veriyorum, birer elma fidanı alınız, bahçelerinize dikiniz. Göreceksiniz, yakın zamanda meyve verecekler.”

      Hükümdarın karısı ile Keşiş’in karısı birer elma fidanı aldılar, getirip bahçeye diktiler. Artık ikisi her gün geliyorlar, fidanlarını seviyorlar, büyütmeye çalışıyorlardı. Bu iki kadın, elma fidanlarıyla uğraşırken âdeta teselli oluyorlardı. Diyorlardı ki:

      “Evladımız olmadı, bari birer ağaç yetiştirelim de meyvelerini yiyelim.”

      Fakat büyüyüp kocaman ağaç oldukları hâlde fidanları meyve vermedi. Hükümdarın karısı bu duruma çok üzüldü:

      “Ya Rabbi, yeryüzünde bir evladım yok. Bari bir ağaç yetiştireyim dedim. Fakat bu hususta da şansım yaver gitmedi. Her ne olursa senden olur.” diye yalvardı ve bir ağacın dibinde uyuyakaldı.

      Rüyasında fidanı aldığı adamı gördü.

      Adam aynen:

      “Merak etme kızım.” dedi. “Ağacın meyve verecek, muradın hâsıl olacak.”

      Hanım Sultan rüyasını sabahleyin Keşiş’in karısına söyledi. Merak edip ikisi bahçeye girdiler, gerçekten ağaçta kırmızı bir elma gördüler.

      Hükümdarın karısı elmayı kopardı; tam ortasından kesti, yarısını kendisi yedi, yarısını da Keşiş’in karısına yedirdi. Sonra dedi ki:

      “Bunda bir hikmet var… Galiba Mevla bize birer evlat ihsan edecek. Gel sözleşelim; benim oğlum, senin de kızın olursa kızını oğluma verir misin?” dedi.

      Kadınların niyetleri sağlam çıktı. Allah’ın izniyle o akşam hamile kaldılar ve vakit gelince birer evlat sahibi oldular. Hanım Sultan bir oğlan, Keşiş’in karısı da bir kız doğurdu. Oğlanın adını Ahmet Mirza, kızın adını da Kara Sultan koydular.

      İsfahan hükümdarı bu iki bebek için memlekette günlerce şenlik yaptırdı. Hapishane kapılarını ardına kadar açtırıp bütün mahpusları salıverdi. Fakir fukaraya sadakalar verdi, memleket halkına ziyafetler çekti.

      Keşiş vesveseli adamdı. Bir gün kendi kendine düşündü: “Gerçi hükümdarın gözündeyim. Beni çok seviyor. Fakat onun yolu ayrı, benim yolum ayrı; onun dini başka, benim dinim başka. Hâlbuki karım, kızımı Ahmet Mirza’ya vereceğini vadetmiş, bu nasıl olur? İmkânı yok. Galiba bu yüzden İsfahan’dan ayrılmak mecburiyetinde kalacağım.”

      Bu düşüncesini gidip karısına söyledi:

      “Ah karı, düşünmeden söz verirsin de insanı zor durumda bırakırsın. Ben kızımı dini ayrı bir hükümdarın oğluna hiç verir miyim? Öyle zannediyorum ki, bu kızın yüzünden başımıza işler gelecek, diyar diyar dolaşacağız.”

      Karısı, kocasına seslendi:

      “Gene zırvalamaya başlama. Kızımız daha üç aylık bebek. Evlenmesine on beş yirmi sene var. O zamana kadar kim bilir neler olur! Aradan bir müddet geçince kızı saklarız, hükümdarı kız öldü diye kandırırız. Yalandan bir cenaze merasimi yapıp ahalinin gözünü de boyarız. Sonra bir bahaneyle memleketi terk edip başka yere gideriz. İsfahan’dan başka memleket yok değil ya…”

      Keşiş, karısını takdir etti:

      “Aferim be karı. Ben öyle ince düşünememiştim, güzel fikir, dediğin gibi yaparsak hükümdarın elinden yakamızı kolayca sıyırırız.

      İki sene sonra memleketi kara bir haber sardı. Keşiş’in kızı ölmüş. Bu kara haberden hükümdar çok müteessir olmuştu. Çünkü Keşiş’in kızı ölmüş demek, kendisinin müstakbel gelini ölmüş demekti.

      Keşiş, bir gün hükümdarın huzuruna çıktı:

      “Devletli efendim.” dedi. “Cenabıhak verdiği saadeti çok görüp geri aldı. Üzüntümden deli divane olacağım. İsfahan’ı terk ederek şöyle kısa bir seyahate çıkarsam biraz açılırım zannediyorum. Şimdiye kadar hizmetinde kusur etmedim. Bundan sonra da sağlığına dua edip diyar diyar dolaşayım. Kızımın ölümü bana çok acı geldi.”

      Bu teklife karşı, hükümdar ne diyebilirdi ki! Hemen bu teklifi kabul etti.

      “Senin yanımdan ayrılmanı arzu etmiyorum fakat elimden ne gelir? Yaşlı bir babanın burada kalmasına ve üzüntüsünden kahrolmasına göz yumamam. Allah selamet versin, kısmet olursa inşallah bir gün gene görüşürüz.”

      Keşiş, hükümdarı bu suretle aldatarak evine geldi. Zaten yolculuk hazırlığını iki gün evvel yapmıştı. Hemen hareket etti İsfahan’dan. Üç günlük mesafede bulunan Zengi köyüne yerleşti. Kısa zamanda orada itibar ve şöhret sahibi oldu, kendisini herkese tanıttı.

      Gelelim Ahmet Mirza’ya:

      Küçük Mirza, beş yaşında okula başladı. Sofu adında cin fikirli bir çocukla arkadaş olmuştu. Onun yaşı da beşten fazla değildi. Okula daima beraber giderler, derslerine beraber çalışırlardı. Seneler geçtikçe büyüye büyüye on iki on üç yaşına girdiler. Bir gün Sofu dedi ki:

      “Daima