Muallim Naci

Ömer`in Çocukluğu


Скачать книгу

merakı olduğundan, evde her türlü şeyin en iyisi bulunur. Ayrıca biz çocukların arzu edebileceği yemişlerin hepsi de dolaplarda durur.

      Pirinç, yağ gibi şeyleri daima toptan alır. Hatta komşulardan bazılarının dikkatini çekmemek için bunları eve akşamdan sonra getirtir. O küçük ev, bir büyük mutluluk yuvası hâlindedir. Orada insan hakikaten mutlu olur. Fakat sahibinin rızasına aykırı harekette bulunmamak şartıyla… Mesela, kendisinin izni olmaksızın komşuya gitmek mümkün değildir.

      Bu zat, emsali sayılabilecek adamlara kıyas olunamayacak derecede dünyanın şartlarına hâkimdir. Ne kendisi boş şeylerle uğraşır ne de uğraşanları sever. Zamanını faydalı işlere harcamak ister. Geceleri lüzum olmadıkça bir yere gitmek âdeti değildir. Bununla beraber bir yerde yangın olsa, o tarafta bildiği varsa, mesafe ne kadar uzak olursa olsun, derhâl giyinir; çıkar; imdada koşar. Bu hareket yiğitler arasında öteden beri âdetmiş.

      Hatırladığım kadarıyla, bir kış gecesi yatmış uyumuştuk. Bir aralık sokaktan bekçi geçti. Bilmem hangi tarafta yangın olduğunu haber veriyordu. Yatağın içinde gözlerimi açtım. Pederin aceleyle giyinmekte olduğunu gördüm. Birader de uyanmıştı. Valide diyordu ki:

      “Çıkmasanız iyi olmaz mı? Baksanıza pencerelere, kafeslere…”

      Peder cevap vermedi. Meğer o tarafta dostlarından birinin evi varmış. Pencereler, kafesler baştan başa kar ile örtülüydü. Ben korkmaya başladım. Birader benden on yaş kadar büyük olduğundan onun yüzünde pek de korku alameti görülmüyordu. Peder, validenin yaktığı el fenerini alarak aşağı indi. Biz evvelce ayağa kalkmıştık. Peder sokak kapısını kapadığı sırada biz valideyle beraber köşe penceresine koştuk. Valide camı açtı. Kafes tamamen karla örtülüydü. Kafesi çırptı. Karın kabası döküldü. Pederin fenerle gitmekte olduğunu gördük. Peder dönmedikçe tekrar yatmak olur mu?

      Aradan ne kadar vakit geçtiğini bilmiyorum. Geldi, karşıladık. Üstü başı kar içinde olduğu gibi, bıyıkları da buz tutmuştu. Kendisi o zaman gözüme pek heybetli göründü.

      Çoğu defa geceleri dahi dükkânla ilgili işlerle uğraşırdı. Arkadaşları burasını bildiklerinden pek nadir olarak gece ziyaretlerinde bulunurlardı.

      Mahalledeki dostlarından Behçet Beyefendi -ki henüz hayatta ve bizim için övünme sebebidir- bazı gecelerde pederle konuşmak üzere gelirdi.

      Behçet Bey; edip, zarif, hoşça bir zattır. Peder kendisini pek severdi. Böyle zatlara “baba dostu” derler. Pederleri vefat etmiş olan oğullar, bunları garip ve hazin bir hisle severler. Onları manevi amca tanırlar.

      Bizim bir de maddi amcamız vardı ki kendisi Bursa’ ya yerleşmişti. Ara sıra İstanbul’a gelir, bizde misafir olurdu. Pederin büyüğüydü.

      Bir defa yine gelmişti. Bir gece –pederle birlikte mi yoksa yalnız mı pek iyi bilemiyorum–bir yere gitmesi gerekti. Amcam benim daima gönlümü almakla beraber akşamları geldikçe yemiş de getirdiğinden muhabbeti gönlümde yer etmişti. Bunun için elimden geldiği kadar hizmetinde bulunmak isterdim. O gece el fenerini yakarak kendisinin ayakkabılarını çevirmek üzere merdivenin alt başına indim. Ben bu işle uğraşmakta iken o da odanın kapısından çıkmış. Feneri çarpık tutmuş olmalıyım ki, fener birdenbire tutuştu. Hiç hatırıma gelmemiş olan bu alevlenme beni şaşırttı.

      Amcam: “At elinden oğlum, at!” diyerek yanıma koştu. Beni kucağına aldı. O yetişinceye kadar ben feneri fırlatmıştım. “Korkma aslanım, korkma!” diyordu. Yukarıdan bir şamdan tuttular. Benzim uçmuş. Amcam yüzüme bakarak kahkaha derecesinde gülmeye başladı. Heyecanımı gidermek için daha birçok söz söyledi. Bir yandan da gülüyordu. Ben ise hizmet edeyim derken kabahat etmiş olduğumdan kendisinin yüzüne bakmaya bile cesaret edemiyordum. Beni kucağından indirmiş olaydı, hızla validenin yanına kaçacağımdan şüphe yoktu.

      Amcamız Mehmet Tahir yaratılışça pedere benzerdi. Huyca ise aralarında hayli farklılık varmış. O biraz laubali olduğundan İstanbul’da birçok işe girip çıktıktan sonra Bursa’ya giderek orada kalmış. Burada bulunduğu sıralarda öteye beriye ettiği borçların çoğu peder tarafından kapatılırmış. Pederin ölümünden sonra ise birkaç bin kuruş alacağı bulunmakla beraber, yalnız altmış kuruş kadar vereceği çıktı.

      Peder vefat edeli bir hafta kadar olmuştu. Bir sabah dülger kıyafetinde bir Hristiyan, evin kapısını çalıyordu. “Nedir?” denildi. Üzüntülü bir tavırla o kadar alacağı olduğunu söyledi. Derhâl parasını vererek “Hakkını helal et!” dediler. Adamcağızın gözleri doldu. Birkaç ay sonra evin bahçe tarafına bir oda ilave edildiği sırada, merhumun pek çok insaniyetini gördüğünü itiraf etti. “Helal olsun!” diyerek gitti. İyi adama herkes acır. Mutlu sayılmasın mı o insan ki yokluğu millettaşı olmayan insanları da üzüntüye sürükler.

      Birdenbire validenin gözlerinden yaşlar boşandı. Biraderle bende ise o vakitler her şeyden çok ağlamaya kabiliyet vardı. Bundan dolayı biz de o anda valide ile birlik olduk. Acımız tazelendi. Bir de valide: “Ah benim yetim kalan evladım!” diye beni tutup bağrına basmasın mı? Bütün bütün bittim. İşte o zaman üçümüz birden bir şekilde ağladık ki, Cenabıhak ile bizden gayri herkesin bakışlarından gizli olan bu heyecanlı manzara, ilahî merhamet denizini elbette coşturmuştur. Evet, hiç şüphe etmem!

      Niçin gizleyeyim? Şu satırları yazarken yine ağlıyorum. Belki de o zaman bu kadar ağlamamışımdır!

      Ey, ölümün ve hayatın yaratıcısı! Hakikaten o hazin ağlayışlarımıza mı merhamet ettin de bizi sonradan dahi bunca nimetine layık gördün? Bizim büyük yaratıcının kabul edeceği neyimiz var? İstersen yaparsın… Hikmetinin gereği olmak üzere, pederini elinden aldığın biçare bir yetimi ölünceye kadar, hatta öldükten sonra da mutlu etmek için feyz-i kabulüne layık olacak surette ağlatırsın! Sana bağlanmanın en büyük sebebi yine senin kudretine karşı duyulan âcizlikmiş!… Otuz senedir inancım bu düşünce üzerindedir. Diyorlar ki; bir damla gözyaşı ebedî mutluluğun vesilesi olabilir.

      Pederin validesi benim doğumumdan bir ay kadar evvel vefat etmiş. Hayatında kullanmış olduğu bir beyazlı mavili alaca asa evin altında bir köşede dayalı dururdu. Ben bunu bazı kereler “Kadın ninemin değneği!” diye oradan alarak omuzlar, askercilik oynardım.

      Bir gün mahalle çocuklarından Nail’i validesi bizim eve getirmişti. Kadınlar kendi aralarında konuşmaya başladılar. Benden büyücek olan Nail ile biz de kadın ninemin değneğini yerinden aldıktan sonra bahçeye çıktık. Bilmem nasıl olmuş; aramızda bir tartışma çıkmış. Ben Nail’in başına asayı indirmişim.

      Çocuk ellerini başına götürdü. Ağlayarak feryat etmeye başladı. Bana bir korku geldi. Asayı elimden bırakıverdim. Şaşkın şaşkın bakmaktayken validelerin bahçe merdiveninden çıkmakta olduklarını gördüm. Bütün bütün korktum. Nail’in alnından kan akıyordu. Validesi meraklandı. Dargın dargın yüzüme baktı. “Ah! Ah!” diyerek oğlunun başından fesini çıkardı. Bir de baktık ki, asanın indiği yer yumurta gibi şişmiş. Anlamalı ninemin değneğindeki dehşeti! Kızılcık sopası mıymış, neymiş! Valide beni iyice azarladıktan sonra şiddetle kolumdan tutarak aşağı doğru çekti götürdü. Galiba kulağımı da çekti. Ben de ağlamaya başladım. Biz ileride, validesiyle Nail geride… Valideler söylenir, biz ağlarız… Öyle bir alayla merdivenden aşağı indik.

      Ertesi gün asayı aradım. Yerinde bulamadım. Valideye sormak işime gelmezdi. “Yine kimin başını yaracaksın!” diye çıkışacağını biliyordum. Birkaç gün merakta kaldım. Nihayet asanın kırılıp ateşe atılmış olduğunu öğrendim. Öyle bir yadigâr bu suretle yakacak odun oldu. Ben de ibret aldım. Bir daha öyle davranışlarda bulunmadım.