Ben de ona ve size gayet kıymetli bir hediye getirdim: Dört seneden beri şehzadeyi bu hâlde bulunduran sevgilisini getirdim.” Bu anda, dört senelik aşk hasretiyle yanan Kara gözlü sultan içeri girerek şehzadeye doğru koştu. Şehzade bunu görünce elini eline götürdü. Gözleri canlanmaya başladı. Hâlinden, tavrından yavaş yavaş hatıralarının uyandığı, hafızasının yerine geldiği anlaşılıyordu. Birkaç saniye geçtikten sonra tamamıyla aklı başına geldi: “Ah! Sevgilim!” diyerek nişanlısına sarıldı. Padişah, kızına ve damadına teşekkürler etti. Kırk gün kırk gece düğün yapılarak şehzade ile kara gözlü sultan muratlarına erdiler.
KUĞULAR
Bir padişahın on bir oğlu ile bir tek kızı vardı; bu çocukların sevgili anneleri ölünce padişah başka bir kadınla evlendi. Bu yeni hanım sultan, büyücü idi. Üvey evlatlarını da hiç sevmiyordu. Bir gün üvey annesi, Nilüfer’i hamama götürdü. Yüzüne, başına, vücuduna siyah bir boya sürdü, büyü ile bu boyayı çıkmaz bir hâle getirdi. Kız gayet çirkin oldu. Artık padişah babası yüzüne bakamıyordu. Kızcağızdan herkes iğreniyordu. Nihayet, onu mutfağa attılar, bulaşıkları yıkamaya mecbur ettiler.
Üvey anne bununla da kalmadı. Kızın on bir erkek kardeşini de büyü ile birer “kuğu” şekline soktu. Bu zavallılar, geceleyin, yine insan olurlardı fakat güneş doğar doğmaz kuğu şekline girerek havaya uçarlardı. Yeşil göllere giderek, orada sazların mor gölgelerinde yıkanırlardı. Nilüfer, kardeşlerini gördüğü müddetçe saraydaki hakaretlere tahammül etti. Lakin kardeşlerinin birer kuğu olarak uçup gittiklerini gördükten sonra artık sarayda kalmayı istemedi, bir gün gizlice saraydan çıktı. Az uz, dere tepe düz gittikten sonra bir yeşil gölün kenarına geldi ve söğüt ağacının gölgesinde oturarak gölün güzel renklerini temaşaya daldı. Bu anda, karşıdan bir beyaz bulutun gelmekte olduğunu gördü. Bu beyaz bulut göle yaklaşınca bulutun, beyaz kuğulardan bir sürü olduğunu anladı ve beyaz kuğular iptida göle inerek serin sular içinde yıkandılar. Sonra, içlerinden birisi Nilüfer’i görerek arkadaşlarına gösterdi. Hepsi birden suda yüzerek kız kardeşlerinin yanına geldiler. Elini, ayağını, saçlarını öpmeye başladılar. Kız, bunların kendi kardeşleri olduğunu anladı. Onlara, başından geçen bütün felaketleri anlattı. Kuğular bu sözleri işitip anlıyorlardı fakat cevap vermiyorlardı.
Gece olunca kuğular birer genç şehzade oldular. Nilüfer kardeşlerini birer birer tanıdı. Onlarla sabaha kadar konuştu fakat sabah olunca yeniden hepsi kuğu suretine girdiler. Uçarak gölün öte tarafına gittiler. Nilüfer, akşama kadar sabırsızlıkla bekledi. Akşama doğru, beyaz bulut yeniden göründü. Kuğular, yine zümrüt sularda yıkandıktan sonra, Nilüfer’in yanına geldiler. Kız kardeşlerini öpüp sevdiler. Geceleyin insan kılığına girdiler. Nilüfer’e dediler ki “Biz gölün bu kıyısında barınamayız. Buranın havası, toprağı, her şeyi kasvetlidir. Karşıki sahilde güzel bir kumsal vardır, kumları altından, sedefleri inciden, çakıl taşları elmastandır.
Bu kumsalın üzerindeki tepede, çam ormanlarının içinde, ağaçların birbirine geçmesinden tabii bir köşk vücuda gelmiş. Orası bizim sarayımızdır. Ormanda, her türlü yemiş ağaçları, av kuşları var. Seninle orada mesut bir hayat yaşayabiliriz. Yarın sabah biz birer kuğu olunca seni kanatlarımızın üzerine alacağız, gölün üzerinden geçireceğiz, sakın korkmayasın. Bizim kanatlarımız kuvvetlidir. Suya düşeceğini hiç hatırına getirme!”
Sabah olunca altı kuğu yan yana gelerek bir sal şeklini aldılar. Nilüfer bu salın üzerine oturdu. Beş kuğu da kanatlarını açarak salın üzerinde bir gölgelik vücuda getirdiler. Bu beyaz sal, gökte uçmaya başladı. O, yukarıda uçarken hayali, aşağıdaki gölün gümüş aynasına aksediyordu. Nilüfer, düşmekten korkmadığı için bu seyahatten çok zevk alıyordu. Akşam yaklaşınca bir adaya indiler. O geceyi adada geçirdiler. Sabahleyin, yine beyaz uçağı vücuda getirdiler. Nilüfer’i akşama doğru, karşı sahile; altın kumlu, inci sedefli, elmas taşlı kumsala indirdiler. Geceyi ormandaki tabii köşkte geçirdiler. Sabah olunca kardeşleri yine kuğu olup uçtular. Nilüfer köşkten çıktı. Ormanda gezindi. Ağaçların dalları güzel, yaprakları güzel, çiçekleri güzeldi… Yemişleri de çok lezzetliydi. Akşama kadar gölün kenarında, ormanın ağaçları altında gezindi. Akşam olunca kuğular geldiler. Kardan daha beyaz köpüklü sularda yıkandılar. Güneş batar batmaz yine insan oldular. Buradaki tatlı hayat, aylarca devam etti. Bir gece, Nilüfer’in rüyasına ak saçlı bir ihtiyar kadın girdi. “Ormanın doğu tarafında bir süt gölü var. Orada yıkanırsan eski güzelliğini bulursun.” dedi.
Nilüfer, sabah olmadan kardeşlerini uyandırarak süt gölünün yerini öğrendi. Sabah olup da kuğular uçunca o da süt gölüne doğru gitti. Göle girip yıkandıktan sonra aynaya baktı. Üvey annesinin yaptığı büyüden evvelki güzelliği, tamamıyla geri gelmişti. Akşam kardeşleri, Nilüfer’i bu hâlde görünce çok sevindiler. Nilüfer o gece de rüyasında o ihtiyar kadını gördü. Kadın dedi ki: “Kardeşlerini büyüden kurtarmayı istersen mezarlıklardaki ayrık otundan on bir gömlek örmelisin fakat bunlar bitinceye kadar sana ne tür işkenceler yapsalar da ağzından hiçbir söz çıkmayacaktır. Hiçbir suale cevap vermeyeceksin. Eğer bütün işkencelere tahammül ederek hiç konuşmaksızın, bir kelime bile kullanmaksızın on bir gömleği yapar ve kuğulara giydirirsen onlar derhâl eskisi gibi insan olurlar.” Nilüfer, uyanınca ayrık otu aramaya gitti. Topladığı otlarla gömleklerin birincisini örmeye başladı. Akşam kardeşleri geldiler. Ne yapmakta olduğunu sordular, hiç cevap vermedi. Aralıksız örmeye devam ediyordu. Kardeşleri: “Bu konuşmama durumu da büyüdü.” dediler. Artık geceleri kardeşleriyle konuşmuyordu. Onlar konuşuyor, kendisi gömlek örüyordu. Bir gün, o diyarın genç padişahı ava çıkmıştı. Yolu, tabii köşke uğradı. Köşkün güzelliğine hayran oldu. Hele orada dünya güzeli Nilüfer’i görünce ona bin candan bir cana âşık oldu. Genç padişah, kıza, kim olduğunu sordu. Nilüfer cevap vermedi. Adını sordu, yine cevap almadı. Kız hiç durmaksızın gömlek örüyordu. Genç padişah, kızın bu hâline şaştı. Kıza “Bana varır mısın?” diye sordu. Yine cevap yok. Vezirleri “Sükût ikrardandır.” dediler, kızı bir arabaya koyarak genç padişahın sarayına götürdüler. Kırk gün kırk gece düğün yaptılar fakat Nilüfer hiç oralı değildi. O, aralıksız gömlek örüyordu. Ayrık otu bitince geceleri saraydan çıkıyor, mezarlıklarda ayrık otu topluyordu. Bir tarafta, padişaha varmak isteyen vezir kızları vardı. Onlar, Nilüfer’in arkasına gözcü koydular. Nihayet, padişaha nişanlısının “büyücü” olduğunu, geceleri mezarlıklarda dolaştığını, halk aleyhine büyüler yaptığını haber verdiler. “İnanmazsan geceleyin arkasından git, kendi gözünle görürsün.” dediler. Bir taraftan da halk arasında kızın büyücülüğüne dair haberler yaydılar. Padişah, kızı çok seviyordu fakat konuşmamasından kendisi de biraz şüphelenmişti. Gece olunca kızın arkasına düştü. Kız mezarlığa geldi, ot toplamaya başladı. Padişah, kızın büyücü olduğuna inandı. Kızı mahkemeye verdi. Kadı birçok sual sordu. Kız hiçbirine cevap vermiyor, elindeki gömleği örmekle meşgul oluyordu. Kadı, nihayet Nilüfer’in asılmasına hüküm verdi. Nilüfer hiç teessür göstermedi. Gömleğini örmeye devam etti. Padişah, bir defa daha denemek için Nilüfer’in yanına geldi; bir tek kelime söylerse cezadan affedileceğini, yine eskisi gibi karısı olarak kalacağını söyledi. Nilüfer elindeki gömleği örmekten başka hiçbir hareket göstermedi. Padişah kızın bu muamelesinden hiddetlendi. “Hüküm icra olunsun!” dedi.
Cellatlar kızı aldılar. Darağacının yanına götürdüler. Kız son gömleğini bitirmek için acele ediyordu. Bir saniye durmuyor, örüyor, örüyor, daima örüyordu… Cellat ölüme hazırlanmasını haber verdi. Birçok seyirci bu büyücünün nasıl öleceğini temaşaya gelmişlerdi. Kız yine aldırmadı.