e>
I
Uzun eşya treni âdeta evveli bilinmeyen bir zamandan beri küçük bir garda beklemektedir. Lokomotif, ateşi sönmüş gibi ses vermiyor. Trenin yanında, istasyonun kapılarında tek bir kişi bile görünmüyor.
Vagonların birinden gar yolunun rayları üstüne solgun bir ışık çizgisi vurmaktadır. Vagonun içinde biri bir palto üzerinde uzanmış, geniş kır sakallı, beline kadar bir kürke sarılı, başına koyun derisinden Çerkez kalpağını andıran bir kalpak takmış bir ihtiyar; öteki daha yüzünde ayva tüyleri bulunan, sırtına yıpranmış bir pardösü, ayaklarına kirli iri birer çizme geçirilmiş bir genç… Topu topu iki kişi var. Bunlar aynı trene yüklü hayvanlarıyla birlikte yola çıkmışlardır.
Düşünceye dalmış olan ihtiyar bacaklarını uzatarak oturmakta, delikanlı yarı uzanmış, ucuz takımdan bir çalgıyı hemen hemen ses çıkartmaksızın çalmaktadır. Yanı başlarında vagonun duvarına, içinde bir mum yanan bir fener asılıdır.
Vagon dopdoludur; yük, mumun sönük ışığı ile muayene edilince ilk bakışta şekilsiz, canavarı andırır, canlı olduğu söz götürmez, birbirini sıkan, iten, kakan, kaygan bir duvar üzerinde tavana doğru tırmanan, sivri iğne sakallarını oynatan dev gibi yengeçlere benzer bir şeyler sezilir. Daha daha dikkat edilince karanlıkta birtakım boynuzlar, gölgeler görülür… Sonra da uzun, kirli kıllar, kuyruklar, boynuzlar ayırt olunur: Sığırlardan ve gölgelerinden ibaret karışık bir âlem…
Her vagonda bunlar sekizer tanedir. Birtakımı başlarını döndürmüş, insana bakar, kuyruklarını sallarlar. Birtakımı yolunu bulup yatmak, rahata varmak derdindedir. Gayet sıkışıktırlar. İçlerinden şayet biri yatarsa ötekilerin hepsi de sıkışık nizamda ayakta durmak zorundadır. Ne önlerinde bir yemlik ne su konabilecek bir gerdel ne altlarında kuru bir gübre ne de bir tutam ot vardır.
Uzun bir zaman sessiz sedasız geçtikten sonra ihtiyar koynundan iri bir gümüş saat çıkarır, bakar. İkiyi çeyrek geçmektedir. Esneyerek “Buraya geleli tam iki saat olmuş. Gidip efendileri kımıldatmalı… Yoksa sabahı boylarız, uyuyakalmış olacaklar yahut da kim bilir…” der, kalkar. Zaman zaman uzun gölgesini önüne katarak karanlıkta vagondan büyük bir ihtiyat ile iner. Trenin boyunca lokomotife kadar ilerler, aşağı yukarı yirmi araba kadar geçtikten sonra lokomotifin ağzı açık, içi kor dolu ocağını görür. Ocağın önünde insan kılığında biri hareketsiz, sessiz oturmuştur. Kasketinin siperi, burnu, dizleri kızıl bir hâldedir. Öte tarafları karadır ve karanlıkta ancak sezilir sezilmez bir hâldedir.
İhtiyar, “Burada daha çok kalacak mıyız?” diye sorar. Cevap çıkmaz. Hareketsiz şekil, galiba uyumaktadır. İhtiyar lahavle çeker, keskin rutubet içinde yüzünü ekşiterek lokomotifin önünden dolaşır, öbür tarafa geçer. Lokomotifin çok parlak iki şiddetli feneri gözlerini alır ve dönünce gece daha karanlık gelir, istasyona gider.
Garın taşları ve basamakları ıslaktır. Ötede beride daha yeni yağmış, erimekte olan bir kar beyazlığı vardır. Gar aydınlık ve bir hamamın içini andıracak surette çok ısıtılmış, etrafı petrol kokusu tutmuştur. Baskül ve üstünde kondüktör üniformalı birinin yatmakta bulunduğu arkalıksız sarı bir kanepeden başka mobilya namına ortalıkta bir şeyler görünmez. Solda iki büyük kapı artlarına kadar açıktır. Bunun birinden bir telgraf makinesi ile önünde yeşil abajurlu bir lamba, ötekinden yarısına kadar bir dolapla örtülmüş bir küçük oda göze çarpar. Bu odada pencerenin dayanılacak yerine başkondüktör ile makinist ilişmişlerdir. İkisi de ellerinde birer bone ile oynayarak münakaşa ederler.
Makinist, “Bu asıl kastor1 değil, Leh kastorudur.” der. “Asıl kastor böyle olmaz. Benim fikrimi öğrenmek isterseniz bu tutsa tutsa beş ruble tutar.”
Başkondüktör bozulmuş bir hâlde, “Çok iyi anlıyorsunuz!” der. “Beş ruble! Şu tüccara soralım.”
İhtiyara dönerek, “Sizce bu Leh kastoru mu, yoksa hakiki kastor mu?” der.
İhtiyar boneyi eline alır, bu şeyleri çok iyi bilir bir tavır takınır, tüyleri yoklar, üstlerine üfler, koklar ve tatmin edilmemiş siması üzerinde istihfaf edici bir tebessüm ve haz ile “Hiç şüphesiz bu Leh malı. Evet Leh malı!” der.
Münakaşa azar. Başkondüktör bunun sahici kastor olduğunda ısrarcıdır. Makinist ile ihtiyar aksi davayı tutar ve onu inandırmaya çalışırlar.
Münakaşanın ortasında ihtiyar oraya niçin geldiğini nasılsa hatırlar.
“Canım!” der. “Şu iyi kastor olsun olmasın, tren gitmiyor, kımıldamıyor. Ne var? Ne bekliyoruz? Artık kalksak!..”
Başkondüktör, “Peki, gidelim. Bir sigara daha tellendirip kalkalım. Fakat aceleye mahal yok. Az ileride yine durduracaklar…” diye cevap verir.
“O da neden?”
“Hiç!.. Çok rötar yaptık da… Bir gara vaktinden geç gelindiği zaman hiç istemeyerek insanı öbür istasyonlarda da tutarlar; çünkü karşı taraftan gelecek trenlere yol vermek lazım gelir. Mesela bizim şimdi hemen kalkmamızla yarın sabah kalkmamız arasında hemen bir fark yoktur. Artık biz 14 numaralı tren olmaktan kaldık. Yolumuza galiba 23 numaralı tren olarak devam edebileceğiz.”
“Bunlar ne biçim usul…”
“İşte öyle.”
II
Köylü ihtiyar, başkondüktörün yüzüne uzun uzun bakar, düşünür ve kendi kendine söylenir:
“Hesap tuttum, defterime de işaret ettim, yolda şimdiye kadar 34 saat fazla kaldık. Sığırlarım ya açlıktan ölecek yahut da gideceğimiz yere kadar yemsizlikten üzerlerinde bir tutam et kalmayacak, beş para etmeyecekler. Bu yolculuk değil… Yıkım!”
Başkondüktör kaşlarını yukarı kaldırır ve “Gerçek, öyle!” demek ister gibi içini çeker. Makinist susmakta ve uzun uzun bonesini muayene etmektedir.
Bu iki adamın yüzlerinden, açığa vurmadıkları gizli bir fikirleri olduğu anlaşılır.
Böyle işlerini açığa vurmamaları onu saklamak istediklerinden değil, böyle fikirlerin kelimelerden daha iyi sükût ile anlaşılması, daha kolay ve daha iyi olmasındandır. Nitekim ihtiyar da hemen anlar.
Elini cebine atar, on rublelik bir kâğıt çıkarır, ne bir girizgâh filan yapmaya ne tavrını edasını değiştirmeye lüzum görerek hemen hemen Ruslara has bir kararlılık ile kondüktöre uzatır.
Başkondüktör bir söz söylemeden alır, dörde katlar, hiçbir acele göstermeyerek cebine indirir. Ondan sonra her üçü odadan çıkar, yol üzerinde kondüktörü uyandırarak rıhtıma geçerler. Başkondüktör omuzlarını silkerek söylenir:
“Ne berbat hava…”
“Tam kurt havası…”
Pencereden yemyeşil lamba ve telgraf makinesinin yanında telgrafçının kumral saçları görülür. Yanı başında da sakallı, kırmızı kasketli biri, kim bilir belki de garın başmemurudur. Masanın üstüne eğilmiş şeridimsi mavi bir kâğıt üzerinde bir şeyler okuyor, cigarasını çekerek satırları acele acele kovalıyor.
İhtiyar ayrılır, vagonuna doğru gider.
Genç yoldaşı evvelki gibi yarı uzanmış bir hâlde hep pes perdeden çalgısını çalmaktadır. Bu, daha bıyıkları bitmemiş, henüz çocuk denilecek bir şeydir. Dolgun, beyaz siması, geniş elmacık kemikleri, hülyakâr bir hâli vardır. Bakışı diklikten uzak, tavrı mahzun ve munistir. Bununla beraber iri yarı, okkalı ve ihtiyar gibi kaba bir kerestedendir. Kımıldamaz, koca bedenini hareket ettirecek takat bulamıyormuş gibi durduğu hâlde kalır. Güya kımıldansa yerler sarsılacak ve çıkacak gürültüden hem sığırlar hem belki kendisi de ürkecektir. Kaba parmaklarının acemice kullandığı saz, ardı arası gelmeksizin zayıf ve perişan sesler çıkarmakta ve bunlar hep tek bir perde üzerinden yürümektedir. Hâlbuki o, bu seslere bayılmaktadır.
Hareket çanı çalar, fakat ses o kadar mecalsizdir ki çok uzaklardan geliyor sanılır. İkinci ve üçüncü çan hemen birincinin arkasından çalınır. Başkondüktör de düdüğünü öttürür. Derin bir sükût içinde bir dakika geçer. Tren ilerlemez, yerinde sayar; fakat aşağıdan kızaklar altında buzların kırılışına benzer garip garip gürültüler gelir,