Антон Чехов

İşler Tıkırında Gidiyor


Скачать книгу

gibi bütün treni baştan başa yeni bir titreme tutar, bir çatırtı duyulur. Vagonlar titrer, sığırlar yine birbirinin üstüne düşer. Genç etrafa kulak vererek, “Tren yedeğe almıyor, lokomotif kardan, buzdan çekemiyor.” der.

      İhtiyar cevap verir: “Evvelden, ağır gelmedi, pekâlâ çekti, şimdi birden ne ağırlık bastı ki? Hayır evlat, bunun hikmeti, kondüktör ötekine pay vermedi. Al şunu da makiniste ver. Yoksa herif bizi saatlerce salıncakta sallar gibi sallayıp duracak!..”

      Delikanlı kendisine ihtiyarın uzattığı üç rublelik kâğıdı alır, vagondan atlar. Ağır ayaklarının yerden çıkardığı gürültü, karanlıkta gittikçe hafifler. Bitişik vagonda sığırın biri uzun ve tatlı bir sesle seslenir, sanki terennüm eder.

      Delikanlı döner, ıslak, sanki soğuk bir rüzgâr vagona hücum eder.

      İhtiyar, “Oğul kapıyı kapa, hem yatalım, mum ne diye boş yere yansın?” der.

      Delikanlı ağır kapıyı çeker. Islık gibi bir şey duyulur. Tren sarsılır. İhtiyar, keçe mantosunun üstüne uzanır, başını bir pakete dayayarak söylenir:

      “Soğuk yerinde. Ah şimdi ev ne rahattır! Köşe bucak sıcak, her taraf tertemizdir. Ne ararsan bulunur. Burası domuz ininden de beter. Dört gün oluyor, daha bir kere ayakkabılarımızı çıkarmadık.”

      Delikanlı her sarsıntıda bocalayarak feneri açar, fitili ıslak parmaklarıyla sıkar, mum cız ederek söner.

      İhtiyar, delikanlının gelip yanı başına uzanması ve iri gövdesini kendi arkasına yaslaması üzerine devam eder:

      “Ya, evlat… Soğuk, soğuk!.. Rüzgâr her aralıktan ayrı bir perdeden ayrı bir hava çalarak giriyor. Anan, kız kardeşin burada bir gececik geçirseler ertesi sabaha ancak ölüleri bulunurdu. Ya evlat, sen okumak istemedin, kardeşlerin liselere gitti, sen kaçındın! İşte sana babanla sığır sürüp satmak kaldı. Kendi günahın, kimselere bir diyeceğin yok. Kardeşlerin şu saatte rahat yataklarda, sıcak yorganlar altında; okumaktan kaçan sen ise sığırlarla berabersin, işte olan bu…”

      III

      Tren o kadar gürültü yapmaya başlar ki, ihtiyarın daha neler gevelediği duyulmaz olur; fakat bu onun daha uzun zaman söylenmesine, iç çekmelerine engel olmaz. Vagonun içinde soğuk hava daha kesif, daha boğucu bir hâl alır.

      Taze tezeğin ekşi kokusu, mumun söndürülmesinden çıkan pislik havayı keskin, aşındırıcı bir hâle sokar, uyumuş olan delikanlının boğazı ve göğsü rahatsızlanır.

      Aksırır, öksürür, tükürüğü gelir. Fakat böyle şeylere alışık olan ihtiyar hiçbir şeyler yokmuş gibi göğsünün bütün kuvvetini sarf ederek nefes alır; ancak zaman zaman içini çeker. Vagonun sarsıntıları, tekerleklerin sesi trenin hızla fakat intizamsız bir hâlde gittiğini anlatır. Lokomotif solur ve trenin gürültüsünden ayrı bir tempoda, fasılalarla nefes alır verir ve bundan da bir ses peyda olur. Sığırlar endişe ile birbirine sokulur. Boynuzları vagonun duvarlarına çarpar, ihtiyar uyandığı zaman gökyüzünden vagonun aralıklarından ve küçük pencereden gün doğacağı saate mahsus alaca bir mavilik vurur. Adamcağız iliklerine kadar üşümektedir; hele ayaklarında, böbreklerinde bir ağrı peyda olmuştur. Vagon durur, delikanlı suratı tamamen asık olarak gözlerinden uyku aktığı hâlde gider, sığırlara bakar.

      İhtiyar ters tarafından uyanmıştır. Yüzü sert, kaşları çatıktır; öksürüp sesini bulmaya uğraşır. Yavaş yavaş bir sığırın göğsünü kaldırarak kösteklenmiş olan bir ayağını kurtarmaya çalışan oğluna bakar, kızar:

      “Ben sana dün akşam kayışları uzun tutuyorsun demedim mi? Kulak asmadın. ‘Hayır, çok uzun değil.’ dedin. Seni yola getirmek imkânsız, hep bildiğini okursun. Sersem!..”

      Kapıyı delicesine sürer, vagonun içine aydınlık dolar. Karşılarında bir yolcu treni uzanmış durmakta, tenteli kırmızı bir bina arkasında büfeli büyük bir gar görünmektedir. Çatı, vagonların üstü, yer, traversler, her taraf oralara daha yeni yağmış hafif bir kar tabakasıyla örtülüdür. Hava taze ve hafiftir. Yeni kara mahsus, güç hâl ile duyulur, ince, nemli bir koku vardır. Duran trenin arabalarının bağlandığı aralıklardan ötede birtakım yolcuların gidip geldikleri ve kırmızı yüzlü bir jandarma göze çarpar. Resmî giyinmiş, kar gibi beyaz önlüklü, lazım olduğu kadar uyuyamamış, talihinden galiba hiç memnun olmayan bir garson elinde bir tepsi, üzerinde bir bardak çay ve iki bisküvi ile şimendiferlerin rıhtımında koşmaktadır.

      İhtiyar ayağa kalkar, gözünü doğuya çevirerek ibadet eder, delikanlı küreği bırakır, babasının yanına seğirtir, onun ibadetine iştirak eder. Yaptığı, dudaklarını kımıldatmaktan ibarettir; hâlbuki babasının sesi az çok çıkmakta, “velyevmilahiri” gibi bir şeyler mırıldandığı fark edilmektedir. Nihayet “Hayrihi ve şerrihi…” filan diyerek temiz bir hava yutar…

      Delikanlı duasını bitirdikten sonra ihtiyara döner. “Bana beş kapik veriniz!” der. Parayı alınca kırmızı bakır çaydanlığı kaparak kaynar su bulmak üzere gara seğirtir. Bacaklarını açarak traversleri, rayları atlar, taze, hafif kar üstünde iri ayak izleri bırakır; çaydanlıkta, bir gün evvelden ne kalmışsa yolda boşaltır. Büfeye gelince, beş kapiğini çınlatarak atar.

      Büfeci, çaydanlığı iterek beş kapiğe semaver için lazım olan kaynar suyun yarısını bile vermek istemez. Fakat delikanlı musluğu kendi açar ve rahat kalmak için dirsekleri büfecinin engel olmasını önler, kabını doldurur.

      O, vagona doğru seğirtirken büfeci arkasından bağırır: “Utanmaz çapkın!”

      Çayı içerek ihtiyarın bozuk yüzü yavaş yavaş düzelir. “Hepimiz yer içeriz, buna aklımız erer, fakat çalışmayı unuturuz. Dün bütün gün yiyip içmekten başka bir şey yapamadık. Hâlbuki masraflarımızı kaydetmedik. Ah, ne kafa, ya Rabbi!..” der.

      Şimdi ihtiyar bir gün evvelki masrafını defterinden yüksek sesle okumaya başlar, orada tren şeflerine, makinistlere, şuna buna ne ve nasıl vermişse işaretlidir. İş bu hâlde iken yolcu treni çoktan kalkmıştır. Bir manevra lokomotifi, serbest hattın üzerinde muayyen bir hedefi olmaksızın, güya hür olmaktan memnun, bir ileri bir geri gitmektedir. Güneş yükselmiş, karlar üzerinde durarak oynamakta, garın ve vagonların çatılarından içerilere parlak su damlaları düşmektedir.

      İhtiyar çayını bitirince vagondan inerek gara doğru yürür. Birinci sınıf bekleme salonunda kondüktör ile göğsü iliklenmiş, güzel bir pardösü giymiş, küçük zarif sakallı genç bir istasyon şefi bulunur. Yerinde bir türlü rahat duramayan genç, iyi bir koşu atı gibi ayağıyla bastığı yeri dövmekte, dört bir tarafına bakmakta, her gelen geçeni elini kasketine götürerek selamlamakta, gülümser gözleriyle işaretler vermektedir.

      Gül gibi bir teni vardır, sıhhati tamamen yerindedir, şendir. Yüzü gökten yeniden düşmekte olan kar taneleri gibi terütazedir.

      İhtiyarı görünce suçlu olduğunu anlıyormuş gibi başkondüktör içini çeker, kollarını açar. “14 numaralı tren olarak gidemiyoruz, bu numarayı başka bir tren almış…” der. İstasyon şefi hemen bazı kâğıtlara bakar; mavi, uyanık gözlerini ihtiyara çevirir, dudakları gülerek bir sürü soru sıralar:

      “Hayvanların sahibi siz misiniz? Sığırlar sizin mi? Şimdi ne yapmalı? Sizin tren geç kaldı, 14 numara olarak bu geceki trene yol verdim. Şimdi ne yapmalı?”

      Delikanlı güzel parmaklarıyla ihtiyarın esvabının kürkünü okşar; yine ayağı ile yere vurarak filan trenlerin de geçmesi için falan trenlere yol vermesi için emir geldiğini, hâlbuki mümkün ve her fedakârlığı yapmaya hazır olduğunu nazik bir eda ile anlatır.

      Yüzünden