atlar için dört büyük odası olan, oldukça geniş bir yerdi; geniş, çift kanatlı bir pencere, avluya açılıyordu ve bu pencere, ahırın hoş ve havadar olmasını sağlıyordu.
İlk oda, geniş ve kare bir yerdi, tahta bir kapısı vardı; diğer odalar, idare ederdi, iyiydi ancak ilki kadar geniş değildi. Saman için alçak bir rafı ve mısır için alçak bir yemliği vardı. İlk odaya “rahat kulübe” denirdi çünkü içeri konulan at, istediği gibi davransın diye bağlanmazdı, serbest bırakılırdı. Rahat bir kulübeye sahip olmak müthişti!
Seyis beni bu odanın içine bıraktı. Oda, temiz, şirin ve havadardı. Bundan daha iyi bir odada olmamıştım ve yanlar o kadar yüksek değildi ama tepedeki demir tırabzanlardan ne olup bittiğini görebiliyordum.
Seyis, bana çok iyi yulaf verdi; beni sevdi, benimle nazikçe konuştu ve sonra gitti.
Mısırımı yediğimde etrafa baktım. Benim odamın yanında, kalın yeleli ve kuyruklu; güzel başlı ve kalkık, küçük burunlu; ufak, şişman, gri bir midilli duruyordu.
Odamın üstündeki tırabzanlara doğru başımı kaldırdım ve “Nasılsın?” dedim. “İsmin nedir?”
Yularının izin verdiği ölçüde arkasına döndü, kafasını kaldırdı ve “Benim adım Merrylegs. Çok yakışıklıyım, genç hanımları sırtımda taşırım ve bazen hanımefendiyi alçak bir sandalyede dışarı çıkarırım. Beni çok severler, James de sever. Kulübede benim yanımda mı kalacaksın?” dedi.
Ben “Evet.” dedim.
“Tamam, o zaman.” dedi. “Umarım iyi huylusundur, yanımda ısıran birisini istemem.”
Tam o esnada uzaktaki odadan bir atın kafası uzandı, kulakları arkaya yatmıştı, gözleri kötü kötü bakıyordu. Bu, uzun boylu, kestane renginde; uzun, güzel boyunlu bir kısraktı. Bana baktı ve “Demek beni kutumdan eden sensin, senin gibi bir tayın gelmesi ve bir bayanı yerinden yurdundan etmesi gerçekten çok garip.” dedi.
“Anlamadım.” dedim. “Kimseyi yerinden yurdundan etmedim. Beni getiren adam, beni buraya koydu ve benim bununla hiçbir ilgim yok. Tay olmam konusuna gelince de dört yaşına bastım ve ben artık yetişkin bir atım. Şu ana kadar beygirlerle ya da kısraklarla sorun yaşamadım ve benim dileğim huzur içinde yaşamak.”
“İyi.” dedi. “Göreceğiz. Tabii ki senin gibi genç bir şeyle sorun yaşamak istemem. Son sözüm de budur.”
Öğleden sonra, o gittiğinde Merrylegs bana her şeyi anlattı:
“Durum şu…” dedi Merrylegs. “Zencefil’in ısırma ve koparma gibi kötü bir alışkanlığı var. O yüzden ona Zencefil diyorlar ve o rahat kulübedeyken çok fazla ısırıp koparırdı. Bir gün James’i kolundan ısırdı ve kolunu kanattı. Bana çok düşkün olan Bayan Flora ve Bayan Jessie ahıra gelmeye korktular. Bana yiyecek güzel şeyler getirirdiler; bir elma, bir havuç ve bir parça ekmek. Ancak Zencefil, bu kulübede durmaya başladıktan sonra gelmeye cesaret edemediler ve ben onları çok özledim. Sen ısırıp koparmıyorsan umarım şimdi tekrar gelirler.”
Ona çim, saman ve mısır dışında hiçbir şeyi ısırmadığımı ve Zencefil’in başka şeyleri ısırmaktan ne zevk aldığını anlamadığımı söyledim.
“Hımm, zevk aldığını sanmıyorum.” dedi Merrylegs. “Bu sadece kötü bir alışkanlık. O, kimsenin ona şimdiye kadar kibar davranmadığından bahseder ve bu yüzden ısırmanın neresinin kötü olduğunu sorar. Tabii ki çok kötü bir alışkanlık ama eminim ki eğer söylediği her şey doğruysa buraya gelmeden önce çok kötü çalıştırılmış. John, onu mutlu etmek için elinden geleni yapıyor ve James de öyle ve sahibimiz, eğer bir at doğru davranırsa asla kamçı kullanmaz. Bu yüzden burada huyu düzelebilir. Anladın mı?” dedi zekice bir bakışla. “Ben on iki yaşındayım. Bir sürü şey biliyorum ve sana diyebilirim ki tüm ülkede bir at için buradan daha iyi bir yer olamaz. John gelmiş geçmiş en iyi seyis: On dört senedir burada. Ayrıca James gibi kibar bir çocuk daha görmemişsindir. O yüzden o kulübede olmamak tamamen Zencefil’in hatası.”
Güzel Bir Başlangıç
Arabacının adı John Manly’ydi, bir karısı ve küçük bir çocuğu vardı. O ve ailesi, ahırların yakınındaki arabacı kulübesinde kalıyorlardı.
Ertesi sabah beni avluya götürdü ve güzelce tımarladı. Tam da yumuşak ve parlak postumla kulübeme giriyorken Squire bana bakmaya geldi; mutlu görünüyordu.
“John.” dedi. “Aslında bu sabah yeni atı denemeyi düşünüyordum ama başka bir işim çıktı. Sen onu kahvaltıdan sonra şöyle bir dolaştırabilirsin. Otlağın ve Highwood’un yanından geçin ve değirmenin ve nehrin oradan dönün: Bu rota onun yürüyüş hızını gösterir.
John: “Tabii efendim.” dedi.
Kahvaltıdan sonra John yanıma geldi ve başlığımı taktı. Kafamı rahat ettirebilmek için kayışları takıp çıkarırken çok titizdi. Sonra eyeri getirdi, eyer sırtım için yeterince büyük değildi. John bunu hemen anladı ve daha çok uyan bir başkasını getirmeye gitti. Beni önce yavaşça sürdü, sonra tırıs ardından eşkin gittik. Biz çayırdayken kamçısına şöyle bir dokundu ve dörtnala müthiş bir koşu yaptık.
“Ho! Ho! Oğlum!” dedi beni durdururken.
“Sanırım tazıları takip etmek istiyorsun.”
Çayırdan geri dönerken Squire ve Bayan Gordon’ı yürürken gördük. Onlar durdular, John indi.
“Pekâlâ John, nasıldı?”
“Mükemmel efendim.” dedi John. “Bir geyik kadar çevik ve huyu da iyi ve dizginlere azıcık dokunmak ona rehberlik edecektir. Çayırın sonunda, aşağıda, bir gezinti arabasıyla karşılaştık, arabanın her tarafında sepetler, kilimler ve bunun gibi şeyler asılıydı. Bilirsiniz efendim pek çok at bu arabaların yanından sessizce geçmez. Arabaya iyice baktı ve sonra sessizce, usul usul yanından geçti. Highwood’un yakınlarında tavşanları vuruyordular ve bir silah yakından geçti. At, biraz çekildi ve baktı ama sağa ya da sola bir adım bile oynamadı. Dizginleri düzgünce tuttum ve onu acele ettirmedim. Benim fikrimce gençken korkutulmamış ya da kötü kullanılmamış.”
“Çok iyi.” dedi Squire. “Yarın onu ben de bir denerim.”
Ertesi gün sahibim için kulübeden çıkartıldım. Annemin ve eski, iyi sahibimin öğüdünü hatırladım; sahibim benden ne istiyorsa yapmaya çalıştım. Çok iyi bir binici ve atını gerçekten düşünen bir sahip olduğunu anladım. Eve geldiğinde yukarı doğru çıkarken karısı koridorun kapısındaydı.
“Eee, canım.” dedi karısı. “Beğendin mi onu?”
“Tam da John’ın anlattığı gibi…” diye cevap verdi. “Binmeye bile kıyamayacağın harika bir şey! Ona ne isim versek dersin?”
“Abanoz diyelim mi?” dedi karısı. “Abanoz gibi siyah o da.”
“Yok. Abanoz olmaz.”
“Amcanın eski atının ismi olsun mu: Siyah Kuş?”
“Yok. O, yaşlı Siyah Kuş’tan çok daha güzel.”
“Evet.” dedi. “Gerçekten de tam bir güzellik: Çok şirin, iyi huyu yüzüne yansımış ve çok keskin, zekice bakan gözleri var. Ona ‘Siyah İnci’ demeye ne dersin?”
“Siyah İnci. Ooo!.. Bu bence, gerçekten güzel bir isim. Sen de istersen ona Siyah İnci diyelim.” Böylece adım Siyah İnci oldu.
John, ahıra gittiğinde James’e, hanımefendinin ve beyefendinin bana, çok güzel, mantıklı bir İngilizce ad verdiğini; Marengo,