diğer eşyalar arasında kayda değer başka bir şey yoktu: Üniformalar, bir tabure, küçük bir dürbün, tütün kutusu ve birkaç tane de pipo ve bir nargile. Bağlantı biraz uzak görünse de bu nargile, Bay Milne’nin savaş hikâyesine az da olsa bir gerçeklik payı katıyordu.
23:20
Genel konular hakkında uzun ve ilginç bir sohbetin ardından Kaptan biraz önce kamarasına indi. Çok okumuş birinin bilgisi ve düşüncelerini rahatlıkla ama dogmatik görünmemeyi başararak anlatmaktaki inanılmaz gücüyle, istediği zamanlarda oldukça etkileyici bir konuşmacı olabiliyor. Fikirlerimin küçümsenmesinden nefret ederim. O ise, kendi doğrularının üstünlüğünü karşısındakini küçümsemeden savunmayı başarabiliyor. Sohbetimiz sırasında, Aristo’nun ve Platon’un konu üzerindeki fikirlerinden ustaca alıntılar yaparak insan ruhunun doğasından bahsetti. Pisagor’un öğretilerine ve ruhun beden değiştirmesine karşı özel bir eğilimi var gibiydi. Konuşma sırasında, modern ruhanilik konusuna da değindik ve ben Slade hakkında alaycı birkaç şaka yaptım. Buna fazlasıyla alınmış görünerek, suçluyla masumları ayırmam gerektiği konusunda beni uyardı ve bunun, Yehuda’nın inandığı dine ihanet eden bir hain olduğu için Hristiyanlığı bir hata kabul etmekle aynı şey olacağını söyleyerek beni şaşırttı. Bundan kısa süre sonra da iyi geceler dileyerek yanımdan ayrıldı.
Kuzeyden esmeyi sürdüren rüzgâr güçleniyor. Geceler artık İngiltere’de olduğu kadar karanlık. Umarım yarın buzdan parmaklıklarımızdan kurtulmayı başarırız.
17 Eylül
Hayalet yine ortaya çıktı. Neyse ki sağlam sinirlere sahibim. Bu zavallı adamların batıl inançları ve gördükleri olayları anlatış biçimlerindeki abartılı içtenlik, onları yeterince iyi tanımayan herhangi birini dehşete düşürmeye yeterdi. Olayın birçok farklı yorumunu dinledim ancak kısacası hepsi aynı şeyi anlatıyordu; söylediklerine göre gece tekin olmayan bir şey geminin etrafında dolanıp durmuştu. Üstelik Peterheadlı Sandie M’Donald, Shetlandlı “Uzun” Peter Williamson ve Bay Milne bu esrarengiz şeyi görmüşlerdi. Bu kez üç tanık olduğundan, bu hikâye, İkinci Kaptan’ın hikâyesinden daha inandırıcıydı. Kahvaltıdan sonra Milne ile konuşarak, bu saçmalığa inanmaktan vazgeçmesini ve bir subay olarak adamlara daha iyi örnek olmasını istedim. Başını ağır ağır sallayarak ve büyük bir dikkatle, “Belki öyle, belki de değil, Doktor,” diye karşılık verdi. “Onun bir hayalet olduğunu söyleyemem. Hayatım boyunca bu tür deniz canavarı hikâyelerine inanmadım, bazıları bunları, hatta daha kötülerini gördüklerini söyleseler bile. Kolay kolay korkan biri değilim fakat şimdi burada gün ışığında benimle tartışmak yerine, gece karanlıkta yanımda olsaydın ve o korkunç şekli etrafta uğursuzca dolaşırken görseydin, sen de daha farklı düşünüyor olabilirdin. Bir an burada, sonra orada. Kaybolmuşçasına kederli ve ürkütücü o şeyi sen de görseydin, şimdiki gibi konuşamazdın.”
Tartışmanın yararsız olduğunu fark edince, ondan bir sonraki sefere beni hemen çağırmalarını istedim. Yüzünde bir dahaki sefer olmamasını dileyen bir ifadeyle isteğimi kabul etti.
Umduğum gibi, arkamızda kalan beyaz çöl her yönden onu kesip bölen ince, mavi şeritlerle parçalanmaya başladı. Bugünkü konumumuz 80º 52’ enlemiydi ki bu da güneye doğru güçlü bir kayma olduğunu gösteriyor. Rüzgâr şimdiki gibi esmeye devam ederse, bizi burada tutan engelin tıpkı oluştuğu gibi hızla dağılacağına şüphe yok. Şimdilik yapabileceğimiz tek şey, en iyisini umarak beklemek. Büyük bir hızla kaderci birine dönüşüyorum. Rüzgâr ve buz gibi belirsiz şartlarla uğraşırken bir adamın yapabileceği başka bir şey yok. Belki de Hz. Muhammed’in ilk takipçilerini “kısmet” düşüncesine inanmaya iten de rüzgâr ve Arabistan çöllerinin kumlarıydı.
Bu yeni işaretlerin Kaptan üzerinde fazlasıyla kötü etkileri oldu. Hassas aklını karıştıracağından korkarak, bu yeni hikâyeyi ondan saklamaya çalıştım fakat adamlar kendi aralarında konuşurken onları duydu ve olayları kendisine anlatmaları için ısrar etti. Tahmin ettiğim gibi, bu hikâye deliliğini en uç noktada ortaya çıkardı. Dün gece karşımda oturmuş, kıvrak zekâsı ve güçlü yargılarıyla, son derece kendinden emin ve yerinde eleştirileriyle felsefeyi tartışan adamla aynı kişi olduklarına inanmakta güçlük çekiyorum. Kıç güvertede tıpkı kafese konmuş bir kaplan gibi bir ileri bir geri dolanıyor. Ara sıra özlem dolu bir ifadeyle duraksayarak, gözleriyle buzulları tarayarak iç geçiriyor. Sürekli olarak sessizce mırıldanıyor. Bir keresinde sesli bir şekilde şöyle söylediğini duydum: “Ama zaman çok az, sevgilim. Çok az!” Zavallı adam, onun gibi cesur bir denizciyi ve kendini kanıtlamış bir beyefendiyi bu şekilde görmek, hayal gücünün insan aklına neler yapabileceğini ve gerçek tehlikenin dışarıda değil de insanın kendi kafasının içinde olduğunu düşündürüyor. Kendini böyle bir durumda bulan başka biri olmuş mudur? Aklını yitirmiş bir kaptanla, hayalet gören tayfalar arasında! Bazen gemideki tek aklı başında kişi benmişim gibi hissediyorum. İkinci Makinist hariç tabii. Bu kendi hâlindeki adam Kızıl Deniz’deki tüm şeytanlar karşısına çıksa da, aletlerine dokunmadıkları ve kendisini rahat bıraktıkları sürece onları umursamayacaktır.
Buzlar hâlâ kırılmaya devam ediyor ve görünüşe göre yarın sabah buradan ayrılmamız kesinlikle mümkün olacak. Eve gidip burada yaşadıklarımı anlattığımda, bunları uydurduğumu düşünecekler.
24:00
Bir bardak sert brendi sayesinde şimdi kendimi biraz daha sakin hissediyor olsam da, fazlasıyla sarsılmış durumdayım. El yazımdan anlaşılacağı üzere, henüz kendime gelebilmiş değilim. Yaşadığım bu garip olaydan sonra merak ediyorum; acaba benim kabul edemediğim şeyler gördüklerini söylediklerinde, gemideki herkesi deli olmakla suçlamakta haklı mıydım? Öf! Böylesine basit bir şeyin sinirlerimi germesine izin verdiğim için aptal olmalıyım; ama yine de bütün bu olanların ardından yaşadıklarımın özel bir anlamı olmalı çünkü daha önce alay ettiğim hâlde, şimdi ne Bay Manson’ın hikâyesinden ne de İkinci Kaptan’ın anlattıklarından şüphe edebilirim.
Aslında büyütülecek bir şey değil. Sadece bir ses, o kadar. Bu yazdıklarımı okuyacak olanların, eğer biri okuyacak olursa tabii, şu anda ne hissettiğimi anlamasını ve olayın üzerimdeki etkisini kavramasını bekleyemem. Akşam yemeğinin ardından içeri girmeden önce sessizce pipomu içebilmek için güvertedeydim. Gece çok karanlıktı. Öyle karanlıktı ki filikalardan birinin altında durduğum yerden köprüde duran subayı göremiyordum. Çevremizi saran buzdan denize hâkim korkunç sessizlikten daha önce bahsetmiştim. Dünyanın diğer yerlerinde, bu kadar çorak ve ıssız olsalar bile, havanın hafif bir titreşimini duymak mümkündür. Çok uzaklardaki insanların mırıltılı sesinden, ağaçlardaki yaprakların, kuşların kanatlarının sesinden, hatta yerdeki otların belli belirsiz hışırtısından oluşan bir uğultu. İnsan bu sesi tam olarak algılayamaz, ancak ses ortadan kalktığında onu özleyecektir. Sadece burada, bu kutup denizinde mutlak sessizlik ve hareketsizlik o dehşet verici gerçekliğiyle üzerinize çöker. Kulağınızın herhangi bir fısıltı yakalayabilmek için kendini zorladığını ve gemideki her ses üzerinde hevesle dolandığını fark edersiniz. İşte böyle bir sessizlikte küpeşteye dayanmış pipomu içiyorken, tam aşağıdan, buzun üzerinden o çığlık yükseldi. Keskin ve tüyler ürpertici, gecenin sessizliğini parçalayan, şimdiye kadar hiçbir primadonnanın ulaşmayı başaramadığı bir notadan başlayıp, taşıdığı sonsuz kederin ağırlığı ile giderek yükselen, kayıp bir ruhun son haykırışı gibi. Bu korkunç çığlık hâlâ kulaklarımda yankılanıyor. Dayanılmaz bir keder ve özlem yüklüydü fakat diğer yandan da içinde gizli, vahşi bir sevinç vardı. Çok yakınımdan yükselmiş olmasına rağmen hiçbir şey göremedim, orada uzun süre bekledim fakat