Namık Kemal

Akif Bey


Скачать книгу

yerinden oynatırlar, sonra inen dalga gibi geçip giderler…” (sesi tıkanarak ve ıslık çalarak) “Ya hele o kavuşmadaki lezzeti düşün… Geçen ay vazife ile Trabzon’a gitmiştim ya… Dönüşte Çürüksu’nun dalgalarını uzaktan gördüğüm vakit, ayaklarımı buraya bastığım vakit, seni kollarımda tuttuğum vakit gönlümden neler geçtiğini bilemezsin… Allah en makbul kullarını sevindirmek için, arada sırada o geçici ayrılıkları gönderse yeter. Bugün gidiyorum… Aklım ileride, gönlüm arkada olacak… İki tarafta ayrı zevk… İki cennet arasında yaşayacağım Dilrüba…”

      DİLRÜBA: “Böyle hayallerle nasıl gönlünüzü eğlendirebiliyorsunuz? Karşınızdaki enginler, fırtınalar, hiç mi hatırınıza gelmiyor?”

      AKİF: “Engin mi? Fırtına mı? Ne yapar onlar insana? Denize binmemişsin, fırtınaya tutulmamışsın ki bilesin…” (âdeta dini bir vect ve huşu ile) “Deniz, bizim vatanımızdır; velinimetimizdir. Onun sayesinde gezeriz. Yeriz, yaşarız… Böyle bir havada seni yanıma alıp engine açılmayı nasıl isterdim… İki aşkımın ikisi de kucağımda…” (hikâyeye devamla) “Denizin ne zevkli şey olduğunu o zaman görürdük. Bir kere gemi mütevekkil bir gönül gibi korkmadan rüzgârın önüne düşsün… Feleğin her cilvesine kendisini hazırlamış bir mert insan gibi zevkle bir yanına yaslansın; sevmek için yaratılmış kalplere uğrayan aşklar gibi durup dinlenmeden dokunduğu yerleri yararak ilerlemeye başlasın; bir kere ufak ufak dalgalar ilk ağlamaya başlamış bir dertlinin kirpiklerine gelip de gideceği yolu bilemeyen gözyaşı gibi öteye beriye dolaşmaya başlasın; bir kere büyük yıldızların ışıkları türlü renkte kandillerle donanmış minarelerini suların içine salıversinler… Mehtabın aksi, Tanrı yolu gibi nurdan bir cadde meydana getirsin… Hüda bilir gökyüzünü yıldızlarıyla, samanyollarıyla ayağına inmiş yahut kendini…” (Dilrüba’yı okşayarak) “yol arkadaşınla beraber göklere çıkmış sanırsın. Engin, hayat gibidir, insan dünyada olduğu kadar, enginde de yalnız bir daire içinde gezinir. Ufuk ümidin aynıdır. Sen daima yaklaşıyorum sanırsın, o daima senin aldığın yol kadar ilerler… Niçin öyle hayran hayran bakıyorsun, sana anlayamayacağın şeyler mi söylüyorum ben?”

      DİLRÜBA: (sahte bir masumiyetle) “Belki… Ben sizi sevmekten başka bir şey öğrenmemiş bir küçük kadınım…”

      AKİF: “Dilrüba’m benim…”

      DİLRÜBA: “Yalnız zihniniz daima güzel şeylerde… Hep sakin denizler, mehtaplı havalar düşünüyorsunuz. Fırtına niçin aklınıza gelmiyor?.. Ben gemici değilim ama buradan denizi seyrediyorum. Zaman oluyor ki şu ufacık dalgaların her biri bir dağ kesiliyor, kıyılara doğru çırpına çırpına gelirken o kadar korkunç oluyor ki bir atılışta memleketi batıracak sanıyorum!..”

      AKİF: (onu bir çocuk gibi okşayarak; saçlarını, alnını sıvazlayarak; burnunu, çenesini sıkarak) “Küçük kadın bile değil, çocuk!.. Hiç insan birkaç bardak suyun çağıltısından korkar mı?” (bir çocuğa korkunç bir masal anlatarak onun heyecanıyla eğlenir gibi şefkatle) “Fırtına açık havada daha safalıdır Dilrüba… Şimdi ufuktan siyah bir buluttur kalkar. Umulmaz bir hızla ileriye doğru yürür. Gökler, dağlar inim inim inlemeye; geminin her makarası, her ipi yelkenlerin her dikişi bir başka havadan haykırmaya başlarlar. Deniz felekle yarışa kalkışır da şişer, şişer, her dalgası bir kara bulut şekline girer; her dalganın atılışından, çağıltısından bir başka hava çıkar; gökler gözünün önünden, yerler ayağının altından kaçar. Bir dakika yükselirsin yükselirsin, kollarını uzatsan eline bir yıldız değecek sanırsın, yine o dakikada alçalırsın alçalırsın; Tanrı’nın kudreti dört tarafından meydana çıkıyor sanırsın…”

      DİLRÜBA: “Vücudumun her zerresi ayrı ayrı titriyor… Zevk bunun neresinde?”

      AKİF: “Fırtına Tanrı’nın kudretini bir kere gösterir… İnsanınkini bin kere… Kendini, kendi cinsinden olanları düşün… Biz neyiz? İki arşın boyunda bir mahluk… Ne olduğu bilinmez bir akılla birkaç parça etten, birkaç damla kandan yapılmış bir gönül… Biz o akıl ile o gönül ile neler yapıyoruz bir düşün. Birkaç tahtayı bir yere toplamış, bir tekne şekline sokmuşuz, üzerine birkaç ağaç dikmişiz, kenarlarına birkaç arşın bez bağlamışız. Onunla, su gibi dünyanın dört yanını tutmuş, hava gibi onun her yanını sarmış iki korkunç kuvvetin el birliğine karşı koyuyoruz… Hava, ne kadar kuvveti varsa seferber ediyor. Önüne ne gelirse yutmaya hazırlanıyor. Biz yine o ağaç kırıklarıyla, o bez parçalarıyla karşısına dikiliyoruz, uğraşıyoruz… uğraşıyoruz. Rüzgâr yoruluyor, biz yorulmuyoruz. Bir fırtına daha esiyor, biz çarpışacak yeni düşmanları bekliyoruz.”

      DİLRÜBA: “Korkunç şey!.. Çok korkunç!..”

      AKİF: “Korkacaksın diye söylemedim. Geçen ay Trabzon’dan gelirken şiddetli bir fırtına geçirdik.”

      DİLRÜBA: “Biliyorum. Serpintileri buraya kadar geldi.”

      AKİF: “Serpinti başka, fırtına başka… Gece idi, ilk yola çıktığımız gece idi. Korkunç bir fırtına koptu. Deniz bir taraftan, bulut bir taraftan, gece bir taraftan üzerimize üç karanlık birden çöktü… Deniz yükseldi, yükseldi, göklere kavuştu. Bulut alçaldı, alçaldı, âdeta yeryüzü ile birleşti. Arada bir karanlık su mudur, hava mıdır, fark etmek için keramet ister. İnsan Varna’yı tutayım derken, mesela Hocabey’e düşecek. Sağa gitsek her taraf kıyı… Bilir misin gemicinin en büyük düşmanı topraktır. İsterse vatan toprağı olsun… Geri dönsen Allah esirgesin müttefik devletlerin kaptanlarına gülünç olacaksın… İleri gidecek hava değil, çaresiz gittim…”

      DİLRÜBA: (hep kendi derdinde) “Beni düşünmedin…”

      AKİF: “Düşünmedim mi? O öyle iki aşk ki…” (ümitsiz ve hayal dolu bir gülümseme ile) “İkisini de sana anlatmak kabil değil…” (Yavaş yavaş kendini toparlayarak devam eder.) “Koca gemi, kasırgada kâğıt parçası gibi ne şiddetle ne hızla uçup gidiyordu. Biz o hengâmedeyken üstümüzü nur gibi mehtap kaplamış… Gemimizin bir direği bulutu bir tarafından yırtmış gibi. Seni ilk gördüğüm zamanlarda geceleri bin türlü hayaller ve ümitler içinde bu evin etrafında dönüp dolaşırken, ara sıra bu pencerenin perdesini aralayarak bana güzel yüzünü gösterişin gibi onu hatırladım Dilrüba… İçim yandı, yandı…”

      DİLRÜBA: “Nasıl? Ölümle uğraşırken mi?”

      AKİF: “Söyleyemem Dilrüba… Onu sana anlatmak kabil değil!”

      DİLRÜBA: (boynunu bükerek) “Hakkınız var… Anlayamayacağım…”

      AKİF: “Bizim hâlimiz budur Dilrüba… Enginde deniz göklere çıkarken gemimize bir martı konar… Her şeyi unuturuz; sevdiklerimizden bir mektup gelmiş gibi etrafına koşuşuruz.”

      DİLRÜBA: “Enginde fırtına olur; mehtap doğar, kuşlar gelir…” (derin derin göğüs geçirerek) “Evde ağlayanlar hatıra gelmez…” (Uzak bir vapur düdüğü… Akif ürpererek kulak kabartır.)

      AKİF: (başka bir sesle) “Vakit geldi… Geçiyor hatta… Gitmeliyim ben… Arkamdan ağlamanı istemem… Büyütme bunları zihninde Dilrüba! Bir kere benimle beraber denize çıkman mümkün olsa; kocanın, havalar ve sular üzerinde nasıl bir saltanat sürdüğünü görsen…”

      DİLRÜBA: “Yok yok… İstemem onu…”

      AKİF: “Nasıl? Benimle beraber bulunmayı istemez misin?”

      DİLRÜBA: (kendine gelerek) “Yanlış anlamayın… Benim sizinle beraber bulunmaktan başka ne emelim olabilir yeryüzünde?.. Sular ve havalar üzerindeki saltanatımızı