iler gideli çok olmuştu. Vakit gece yarısını geçmiş, saat yarımı vurmuştu. Salonda yalnız ev sahibi ile iki dostu N. ve P. kalmışlardı.
Ev sahibi zile bastı, sofrada kalanların götürülmesini emretti.
Koltuk sandalyesine daha iyi gömülerek ve bir sigara yakarak “Kararımız karar.” dedi. “Her birimiz ilk aşkını anlatacak. N., evvela siz başlayacaksınız!”
Tıknaz, kumral, yüzü biraz kabarık olan N., ev sahibine baktıktan sonra gözlerini tavana dikerek cevap verdi:
“Benim ilk aşkım yoktur; ben doğrudan doğruya ikinciden başladım.”
“O nasıl olur?”
“Çok sade; ilk defa olarak gayet zarif, genç bir kızı sevdiğim zaman on sekiz yaşımda idim; fakat onu güya bu işte tecrübe geçiriyormuşum gibi sevdim; ondan sonra sevdiklerimi nasıl sevmişsem, onu da öyle sade bir hâlde sevdim. Hakikat şudur ki, ben ilk ve son defa olarak altı yaşımda iken mürebbiyemin âşığı olmuşumdur. Kabul edersiniz ki, bu da pek eskimiş ve münasebetlerimizin teferruatı zihnimden silinmiştir. Bunları hatırlayabilseydim de kimseyi alakadar edemezdi.”
Ev sahibi, karşılık verdi:
“Şu hâlde ne yapacağız? Benim de ilk aşkıma dair anlatacak fevkaladelikler yok. Bizim hanımı tanıyıncaya kadar bir aşk macerası geçirmedim; onunla ise işimiz tıkırında gitti. Babalarımız bizi çok eskiden nişanlamışlardı. Birbirimizin hoşuna gitmiştik; çok geçmeden de evlendik. İşte bizim aşkımızın tarihi, bu üç cümleye tamamen sığmıştır. İtiraf ederim ki, bu ilk aşkı anlattırmak meselesini ortaya atarken, kerameti sizlerden, nasıl tabir edeyim, ihtiyar değil, fakat büsbütün de genç olmayan bekârlardan bekliyordum. Ümit, P., size kalıyor. Belki sizden meraklı bir şeyler dinleriz.”
Kır düşmüş siyah saçlı, kırklık bir zat olan P. biraz tereddütle cevap verdi:
“Evet, benim ilk aşkım, alelade bir dairede kalmamıştır.”
İki dost, birden heyecanla karşılık verdiler:
“Âlâ! Lütfediniz…”
“Fakat ben düzgün ve güzel konuşan bir adam değilim. Ağızdan anlatmam kuru ve güdük düşer. Yahut teferruata boğulur, karıştırabilirim. Müsaade ediniz de neleri hatırlayabilirsem yazıp okuyayım.”
Arkadaşları, buna evvela razı olmadılar. Fakat o, mukavemet etti ve on beş gün sonra buluştukları zaman sözünü tutmuştu.
Biz, şu arkadaşlar arasında okunan kâğıtların suretini neşrediyoruz:
I
O zaman on altı yaşımda idim; 1833 senesi yazı idi. Moskova’da annemin babamın yanında yaşıyordum. Kaluga surları civarında bir köşk tutmuşlardı.
Fakülteye girmek için hazırlanıyordum. Fakat acele etmeden, şöyle böyle çalışıyordum.
Hürriyetime kimse dokunmuyordu; hele Fransız mürebbimden ayrıldıktan sonra keyfim ne isterse onu yapıyordum. Zaten mürebbim Rusya’ya nasıl olup da düştüğü fikrine bir türlü alışamamış, yüzünde daimî hiddetle her gün yatakta bir yandan öbür yana dönüp durmuştu.
Babam, hakkımda lakayıtça bir iltifat gösterir, annem başka bir çocuğu olmadığı hâlde gene benimle pek az meşgul olur, ömrünü bambaşka endişeler içinde geçirirdi.
Henüz genç ve çok yakışıklı olan babam, annemi menfaat, hesap neticesi almış. Annem, babamdan on yaş büyüktü. Annemin hayatı, aşağı yukarı gam ve keder içinde geçiyordu: Daima muzdarip, daima kıskanç, daima sinirli idi. Fakat bunlardan babamın huzurunda eser gösteremez, babamdan çok korkardı. Babam, soğuk ve ihtiyatlı bir hâlde hep ilgisiz dururdu. O derece zarif, o kadar sakin, kararlı ve kibirli bir adam ömrümde daha görmedim.
Sayfiyede o sene geçirdiğim ilk haftaları asla unutamam. Havalar çok güzel gidiyordu; mayısın dokuzunda taşınmıştık. Bazen bahçemizde, bazen de surun dışında gezinirdim. Yanımda seçme kitaplar bulunurdu; fakat çok kere bunlar açılmazdı; ezberimde olan şiirleri kendi kendime yüksek sesle okumayı tercih ederdim.
İçimde bütün kanım kaynıyor, ruhum şairane hislerle dolup taşıyordu.
Ne olduğunu akıl erdirip belirleyemeksizin bir şeyler bekliyor, korkuyor, hayret ediyor ve hep uyanık, gözlerim bir meçhul bekleyerek yaşıyordum.
Dağ kırlangıçlarının gün doğarken kulelerin etrafını tavafları türünden, hayallerim bazı tasvirler etrafında aralıksız dönüp dolaşıyordu…
İkide bir dalgınlaşıyor, mahzun oluyor, hatta ağlıyordum. Musikâr bir manzumenin yahut bir akşam güzelliğinin tesiri altında, üzerime çöken bu dalgınlık ve gözyaşlarından ilkbaharda sevimli bir çiçek açılır gibi, verimli bir gençlik hayatının sıcak ve tatlı hisleri doğuyordu.
Bana mahsus küçük bir binek atı vardı; eyerini, yularını ben takar, üzerine atlayınca dörtnala sürerek uzaklara, çok uzaklara kadar açılır, kendimi yarışa çıkmış mükemmel bir süvari sanırdım.
Esen rüzgârlar, kulaklarımda efsunlar bırakarak geçerdi. Yüzümü gökyüzüne kaldırır; güneş ışıklarını, parlak maviliği açık duran ruhuma doldururdum.
Hatırlarım ki o zamanlar bir kadın timsalini, bir aşk hayalini kafamda hiçbir zaman belirli hatlarla tamamen çizemez, böyle bir şeyi kucaklayamazdım; bu böyle olmakla beraber gene istisnasız, her düşüncemin, her duygumun arkasında kısmen bilinçli ve iffetli, kısmen ifadeye gelmez derecede uçacak gibi hafif dumanlı bir şey saklanırdı.
O duygu ve o meçhulü beklemek iptilası bütün varlığımı sarar, hayatın özü mahiyetinde bütün damarlarımı ayrı ayrı dolaşır, kanımın her zerresine kaynaşırdı. Tesadüf istedi ki bu iptila ve ümit günün birinde gerçekleşsin.
Köşkümüz, sütunlarla süslü ahşap fakat çok endamlı bir bina idi; iki tarafında alçarak iki de pavyonu1 vardı. Sol taraftaki pavyon, boyalı kâğıt fabrikası olarak kullanılıyordu.
Ara sıra oraya gider, saçları perişan, üstleri harap, yüzleri şişkin, vücutları cılız on kadar haşarı çocuğun içeride, manivelaların üzerine sıçrayıp bitap vücutlarıyla ite ite tazyik makinelerini yürüterek kâğıtlara birtakım resim nakşedişlerini seyrederdim.
Sağdaki pavyon boş ve kiralıktı.
Bir gün, 9 Mayıs’tan tam üç hafta sonra, bu pavyonun pencere kanatları açıldı, birtakım kadın simaları göründü. Orayı herhangi bir aile tutmuş, yerleşmiş demek oluyordu.
Annem, yemekte, uşaktan komşuların kim olduğunu sordu ve Prenses Zasekin ismini duydu. Önce az çok hürmetle “Ya, prenses!” dedi. Fakat bir saniye geçmeden ilk duygusunu düzeltti ve bir sonuca bağladı:
“Galiba parasız pulsuz bir prenses…”
Uşak, yemek tabağını uzatırken, büyük bir saygıyla aydınlattı:
“Bütün eşyaları üç araba ile geldi. Binek arabaları yok, eşyaları adi.”
Annem, düşüncesini söyledi:
“Evet, fakat böyleleri daima dürüst olurlar.”
Babam anneme soğuk soğuk baktı, bir şey söylemedi.
Gerçekten Prenses Zasekin pek zengin olmamalıydı. Tuttuğu pavyon o kadar eski, küçük ve tavanları öyle basık idi ki hâli vakti yerinde olan bir aile, mümkün değil orada oturmaya rıza gösteremezdi.
Ben, o sırada bunlara pek dikkat etmedim. Prenses unvanı da üzerimde bir tesir yapmıyordu.
O zaman Schiller’in daha yeni okuduğum Haydutlar’ının nüfuzu altında idim.
II
Her akşam bahçemizde dolaşıp karga aramayı âdet etmiştim. Bu fazla ihtiyatlı, kemirici ve kötü kuşlara karşı bir kin besliyordum.
O bahsettiğim gün, her zamanki gibi bahçeye çıkmıştım. Kargalar galiba beni tanımışlardı, daha uzaktan bağrışıyorlardı. Bütün yolları teftiş ettikten sonra, bizim yerlerimizi sağdaki köşkün ince, uzun bir parçadan ibaret bahçesinden ayıran alçarak çite tesadüfen yaklaşmış bulundum. Başım öne eğik olarak yürüyordum.
Birden