Иван Тургенев

İlk Aşk


Скачать книгу

açıp kapayarak cilveler yapıyordu.

      Zinayda kalktı, hizmetçiye lakayıt bir tavırla kediyi işaret ederek “Götür!” dedi. Süvari, bütün dişlerini gösteren bir tebessümle ve yeni üniformasının pürüzsüz bir şekilde yapıştığı bedeninin bütün hareketleriyle “Bu hediyem güzel minik elinizi vermeye değmez mi?”

      dedi. Kız, “Hatta iki elimi birden veririm!” dedi ve iki elini de uzattı. Delikanlı bu elleri öperken, kız, onun omuzları üzerinden bana bakıyordu. Ben, olduğum yerde put gibi kalmıştım. Ne yapacağımı, bir şey söylemek mi yoksa susmak mı lazım geldiğini belirleyemiyordum.

      Açık bırakılmış kapının arasından bizim uşaklardan Fedor’un rüzgâr gibi gelişini seçtim. Bana işaretler veriyordu. Mekanik bir şekilde ona doğru yürüdüm: “Ne istiyorsun?”

      Hafif bir sesle “Sizi anneniz aratıyor. Kendisine bir cevap getirmediğinize öfkelendi.” dedi.

      “Ben buraya geleli ne kadar oluyor ki?”

      “Bir saatten fazla!”

      “Bir saatten fazla mı?” dedim ve salona dönerek vedaya başladım.

      Zinayda, gene süvarinin omzundan bakarak, “Nereye gidiyorsunuz?” dedi. Ona “Dönmeye mecburum.” ve annesine “Şu hâlde bize teşrif edeceğinizi bildireceğim!” dedim.

      “Evet yavrum!”

      Prenses bunu söylerken enfiye kutusundan aldığı enfiyeyi büyük bir gürültü ile çekti; gözlerinde yaş, boğazında hıçkırıkla karışık bir öksürük olduğu hâlde, tekrarladı: “Evet, yavrum!”

      Yeniden selamladım. Velev bir saniye daha kalmak için farkında olmadan her fırsattan istifade ediyordum. Daha pek toy bir genç, arkasından bakıldığını bildiği zaman nasıl bir rahatsızlık duyarsa öyle bir rahatsızlıkla ökçelerimin üzerinde dönerek odadan çıktım.

      Zinayda gülerek arkamdan bağırıyordu: “Mösyö Vladimir, kararımızı unutmayınız. Bizi görmeye geleceksiniz!”

      Yolda, “Neden böyle hep gülüyor?” diyordum. Fedor, hâlimi tasvip etmez bir tavırla fakat bir şey söylemeksizin arkamdan geliyordu.

      Evde annem âdeta tekdir etti ve prensesin yanında bu kadar uzun zaman kalmama şaştığını saklamadı. Bir kelime söylemeyerek odama çekildim. Üzerime birden bir keder çöktü. Ağlamamak için kendimi zorluyordum.

      Süvariyi kıskanıyordum!

      V

      Prenses, vaadi üzere ziyarete geldi ve annemin hoşuna gitmedi.

      Görüşürlerken hazır bulunmadım. Fakat annemin sofrada babama Prenses Zasekin’in kendisinde pek bayağı bir kadın izlenimi bıraktığını; hakkında Prens Sergey’e şefaat etmesi için bitmez tükenmez yalvarmalarıyla canını sıktığını; sayısız davaları, çirkin para işleri olduğunu; büyük bir entrikacıya benzediğini anlattı. Bununla beraber kendisini “kızıyla birlikte” ertesi gün için yemeğe davet ettiğini, çünkü ne de olsa bir komşu ve bir asalet unvanına sahip bulunduğunu söyledi.

      “Kızıyla birlikte” sözünü duyar duymaz burnumu tabağımın içine indirmişim.

      Babam, karşılık olarak bu kadının kim olduğunu hatırladığını; epeydir ölmüş olan Prens Zasekin’i gençliğinde tanıdığını, yüksek terbiyeli, fakat boş ve hafif bir adam olduğunu; meclislerde, mahfillerde “Parisli” lakabıyla şöhret bulduğunu, çünkü Paris’te uzun müddet kaldığını, pek zengin olduğu hâlde bütün servetini oyunda kaybettiğini, sonra bilinemez bir sebeple, belki de paraya tamah ederek -babam bu cümleyi söylerken dudaklarında soğuk bir tebessüm dolaştı- zengince bir küçük memurun kızıyla evlendiğini ve ondan sonra da kendisini hava oyunlarına kaptırarak büsbütün mahvolduğunu anlattı.

      Annem, “Bari kadın bizden para istemeye kalkmasaydı!” dedi.

      Babam, cevap verdi: “Bilakis, isteyeceğine şüphe yok. Fransızca biliyor mu?”

      “Berbat bir hâlde…”

      “Onun ehemmiyeti yok. ‘Kızını da çağırdım.’ diyordun. Onun için ‘Pek güzel, pek zeki, iyi tahsil görmüş.’ derler.”

      “Öyleyse annesine benzemiyor demektir.”

      “Ne de babasına. Çünkü babası tahsil görmüş olmakla beraber aptalın biri idi.”

      Annem içini çekti ve düşünceye daldı. Babam, sustu. Bunlar konuşulurken ben büyük bir sıkıntı geçirdim.

      Yemekten sonra, tüfeksiz olarak bahçeye çıktım. Kendi kendime Zasekin’in bahçesi tarafına yaklaşmamaya karar verdim; fakat yenemediğim bir kuvvet, beni gene o tarafa çekti ve bu hiç de beyhude olmadı.

      Çite yaklaşır yaklaşmaz Zinayda’yı gördüm. Bu sefer yalnızdı. Elinde bir kitap, yavaş yavaş yolda dolaşıyordu. Beni sezmemişti.

      Az daha kendisini kaçırıyordum; hemen aklımı başıma topladım, öksürdüm.

      Başını çevirdi, fakat durmadı. Değirmi hasır şapkasının geniş mavi kurdelesini eliyle iterek baktı, hafifçe gülümsedi; sonra gözlerini tekrar elindeki kitaba çevirdi.

      Şapkamı çıkardım, bir müddet yerimde saydıktan sonra hüzünle ayrıldım.

      Kendi kendime, “Kim bilir neden?” dedim ve Fransızca olarak ilave ettim: “Que suis – je pour elle?” (“Onun gözünde neyim ki?”)

      Arkamdan bir ayak sesi duydum ve bunu tanıdım. Babam seri ve hafif yürüyüşüyle yanıma geldi, sordu:

      “O prensesin kızı mı?”

      “Evet.”

      “Demek tanıyorsun?”

      “Bu sabah annesinin yanında gördüm.”

      Durdu ve döndü. Zinayda’nın geçtiği yere gelince onu büyük bir nezaketle selamladı.

      O da karşılık verdi; fakat yüzünde bir hayret ifadesi vardı; kitabı indirdi. Babamı gözleriyle takip ettiğini seziyordum.

      Giyinişi gayet sade olmakla beraber daima zarif olan babamda kendine has büyük bir kibarlık vardı. Ancak o anda olduğu kadar hiçbir vakit onu boyu böyle taşmış, şapkası büklüm büklüm saçlarının üzerine daha cazip bir hâlde oturtulmuş olarak görmemiştim.

      Zinayda’ya doğru yürüyecektim; fakat o bana dikkat bile etmeyerek gene kitabını kaldırdı ve uzaklaştı.

      VI

      O gün, bütün gece ve ertesi sabah gamlı bir rehavet içinde idim. Çalışmak istediğim hâlde bir türlü çalışamadığımı hâlâ hatırlarım…

      Satırlar ve sayfalar, bana artık bir şey söylemiyorlardı; ısrar neticesi okumuş, hiçbir şey anlamamıştım. Şu cümleyi on kere tekrarladım: “Jül Sezar savaşlarında cesaretiyle sivrilirdi…” Kelimelerin bile manasını kavrayamıyordum. Kaldırıp kitabı fırlattım.

      Yemekten evvel yeniden pomatlar sürdüm, iyi kravatımı taktım, yeni esvaplarımı giydim.

      Annem, “Bu esvap da ne oluyor? Sen daha fakülte talebesi değilsin. İmtihanlarında geçip geçemeyeceğini de Allah bilir. Hem öbür esvapların yapılalı daha ne oldu? Neden onları giymeyesin?” dedi.

      Ümitsiz, bitkin bir hâlde, “Davet var!” dedim.

      “Aklını kaçırma! Onların nesi davetli?”

      İtaatten başka çare yoktu. Esvabımı değiştirdim; fakat kravatı çıkarmadım.

      Prenses, kızıyla yemekten yarım saat evvel geldiler.

      Prenses,