yükselişi olarak adlandırdığı durumu ilk defa görüyordum: Bu dudaklar ne kendisi ne de başkaları için konuşuyordu, kelimeleri içi yanan bir insanın ağzından alev gibi çıkıyordu.
Konuşmanın bir kendinden geçiş, anlatımın coşkusunun temel bir olay olduğu bir durumu daha önce hiç yaşamamıştım ve beklenmeyen bu durum beni birdenbire içine çekti. Yürüdüğümü bile bilmeksizin meraktan daha büyük olan bir güçle hipnotize olmuş, uyurgezerlerin kaslarını kullanmadan yürüdükleri ve büyülenmiş gibi küçük gruba doğru gittim; birdenbire bilinçsizce içlerindeydim, hocadan bir iki karış uzakta, benim gibi büyülendikleri için ne beni ne de başka bir şeyi fark eden diğerlerinin arasındaydım. Başlangıcını bilmediğim bir konuşmanın akımına kapılmıştım; galiba öğrencilerden biri Shakespeare’den gelip geçici bir kişilik olarak bahsetmiş olmalıydı, bu da yukarıdaki adamı tahrik etmişti ve kendinden geçerek onun bütün bir neslin en güçlü sembolü, ruhunu en derinden yansıtan ses, coşkulu bir zamanın ruhsal ifadesi olduğunu anlatıyordu. Tek bir cümleyle İngiltere’nin o müthiş saatini, o coşkulu tek saniyesini, her insanın olduğu gibi her halkın yaşamında da beklenmeyen bir biçimde patlak veren ve tüm güçleri bir araya toplayarak kuvvetli bir darbe ile sonsuzluğa yönelen o hamleyi gözler önüne seriyordu
Birdenbire dünya genişlemiş, yeni bir kıta keşfedilmiş, içindeki geçmişin en eski iktidarı olan Papalık, yıkılmakla tehdit edilmekteydi: İspanyol donanması, rüzgârın ve dalgaların elinde parçalanıp gittiğinden beri denizlerin ardında yeni imkânlar beliriyordu; dünya genişlediğinden ruh da gayriihtiyari ona eşit olmaya çalışıyordu. O da genişlemek, iyide ve hatta kötüde de sonuna kadar gitmek, keşfetmek, fethetmek istiyordu ve Orta Amerika’yı fethetmeye katılan İspanyol askerleri gibi onun da yeni bir lisana, yeni bir güce ihtiyacı vardı.
Ve bir gecede bu dilin konuşmacıları, şairleri ortaya çıktı, elli oldular, yüz oldular on yıl içinde, yabani ve haşarıydılar, kendilerinden önceki saray şaircikleri gibi kemerli bahçeler yaptıran ve gözde mitolojiden manzumeler yaratanlar gibi değildiler, tiyatroyu bastılar, daha önce sadece hayvan dövüşlerinin yapıldığı, kanlı oyunlarla eğlenilen tahta sahnelere kendi karargâhlarını kurdular ve eserlerinde hâlâ kanın sıcak buğusu vardı, kendi dramlarında da duyguları aç ve vahşi hayvanların birbirlerine saldırdıkları Cirkus Maximus3 gibiydi.
Bu coşkulu yüreklerin öfkeleri aslanlar gibi kükrüyor, her birisi vahşilikte ve abartıda diğerini geçmeye çalışıyordu, sahnede her şeye izin vardı, her şey serbestti: ensestlik, cinayet, kötülük, suç işleme, bütün insani aşırılıklar, burada en kızgın âlemlerini yapıyordu; aynı daha önce aç canavarların kafeslerinden boşandıkları gibi şimdi de sarhoş tutkular kükreyerek ve tehlikeli bir biçimde tahtalarla çevrili arenaya çıkıyorlardı.
Tek bir patlama bir bomba etkisi yapmıştı, elli sene sürecekti, ani bir kanama, ani bir boşalma gibi bütün dünyayı pençesini geçiren benzersiz bir vahşetti: Bu güç âleminde tek tek sesler veya figürler pek hissedilmiyordu.
Birisi diğerlerini kışkırtıyor, her biri öğreniyor, her biri diğerlerinden çalıyor, her biri diğerini geçmek, ondan üstün olmak için savaşıyordu ve yine de hepsi tek bir şölenin içindeki ruhani gladyatörler, zamanın dehasının kamçıladığı zincirleri çözülmüş kölelerdi.
Zaman onları banliyölerdeki eğreti ve karanlık odalarından, saraylarından çıkartıyordu, örneğin duvarcının torunu Ben Jonson, ayakkabıcının oğlu Marlowe, uşağın oğlu Massinger, zengin ve kültürlü devlet adamı olan Philip Sidney, ancak kızgın girdap hepsini birlikte karıştırıyordu; bugün kutlanıyor, yarın Kyd gibi, Heywood gibi derin bir sefalet içinde ölüyorlar, Spenser gibi King Street’te açlıktan yerlere düşüyorlardı, hepsi sıradan olmayan varlıklardı, kabadayılar, pezevenkler, komedyenler, dolandırıcılar, ancak hepsi de şair, şair, şairdiler. Shakespeare sadece onların merkeziydi: The very age and body of the time4; ancak onu ayırt edecek zaman yoktu, bu yüzden bu curcuna devam ediyor, eser eseri kovalıyor, tutku tutkuyu yaratıyordu. Ve birdenbire insanlığın bu harika patlaması, aniden yükseldiği gibi bir anda da titreyerek sönüverdi, dram bitmiş, İngiltere yorulmuştu ve Thames Nehri’nin yüzlerce yıldan beri süren ıslak ve sisli grisi yeniden ruhların üzerine de çöküverdi:
Bir hamlede bütün bir kuşak ihtirasın tüm doruklarına tırmanmış ve derinliklerine inmişti, fazlaca dolmuş, coşmuş ruh göğsünden ateşler püskürtmüştü. Şimdi ülke yorgun, bitik öylece yatıyordu; titiz püritenlik5 tiyatroları kapatıyor ve böylece tutkulu söylevleri men ediyordu, tüm zamanların en insani ve en ateşli itiraflarının yazıldığı, bir kuşağın bir kereliğine binlercesi için yaşadığı İncil’e, ilahi olana geçildi yeniden.
Ve birdenbire beklenmedik bir şekilde konuşmasının kör ateşi bize döndü: “Dersime neden tarihsel sırayı izleyerek en baştan, Kral Arthur ve Chaucer’den değil, tüm kurallara aykırı olarak Elizabeth döneminden başladığımı şimdi anlıyor musunuz? Her şeyden önce onlarla yakınlık kurmanızı, bu müthiş canlılığa adapte olmanızı istediğimi anlıyor musunuz? Çünkü yaşamın içine girmeden filolojik kavrama gelişmez, değerleri anlaşılmadan kelimenin grameri önemsizdir ve siz gençler fethetmek istediğiniz bir ülkeyi, bir lisanı önce azami güzelliğiyle, gençliğinin en güçlü biçimiyle ve coşkusuyla görmelisiniz. Lisanı önce şairlerden, onu yaratan ve tamamlayanlardan dinlemelisiniz; şiiri bir kere, daha onu otopsi yapar gibi parçalara ayırmadan, henüz nefes alırken ve sıcakken yüreğinizde hissetmelisiniz. Bunun için ben hep tanrılarla başlarım çünkü İngiltere Elizabeth’tir, Shakespeare’dir, benzerleridir, öncesindeki her şey hazırlıktı, sonrasındaki her şey sonsuzluğa yapılan bu cesur atlayışın uyuşuk bir takibidir ama burada, hissedin, siz kendiniz hissedin genç insanlar, dünyamızın en canlı gençliğini hissedin. Her kişiyi, her insanı her zaman en çok yandığı, en tutkulu olduğu zaman tanırsınız. Zira bütün ruh kandan, tüm düşünceler tutkudan, tüm tutkular coşkudan doğar. Bu yüzden genç insanlar, sizi önce Shakespeare ve onun gibiler gerçek anlamda genç kılacaklardır! Önce heyecan, ancak ondan sonra gayret gelir; kelimeleri incelemeden önce onun olağanüstü, yüce, dünyanın en muhteşem dersi gelir!”
“Bugünlük bu kadar yeter, hoşça kalın!” Birdenbire, beklenmedik bir biçimde eli ile bittiğini gösteren bir hareket yaparken masadan atladı Birbirlerine iyice sokulmuş öğrenciler topluluğu silkelenmiş gibi bir anda dağıldı, sandalyeler çatırdadı, gümbürdedi, masalar itildi, o ana kadar ağzı kapalı yirmi kişi birden konuşmaya, öksürmeye, derin nefes almaya başladı. Birden nefes almaya başlayan tüm bu dudakları kapatanın ne kadar büyüleyici olmuş olduğu ancak şimdi görülüyordu.
Şimdi küçük mekânda bir o kadar ateşli ve dizginsiz bir karışıklık başlamıştı; bazıları teşekkür etmek ya da başka bir şey söylemek için hocanın yanına giderken, diğerleri kendi aralarında kızarmış yüzlerle izlenimlerini paylaşmaktaydı; ancak hiçbirisi sakin değildi, teması birdenbire kesilen ve basık havada soluğu ve harareti hâlâ çıtırdıyor gibi olan elektrikli gerilimin etkisinde olmayan yoktu.
Şahsen ben kıpırdayamıyordum: Kalbimden vurulmuş gibiydim. Sadece coşkuyla ve bütün duygularımı harekete geçirerek anlayabilen ben ilk defa bir hoca, bir insan tarafından etkilenmiş olduğumu, önünde eğilmenin bir görev ve zevk olmasının gerektiği üstün bir güç hissettim. Damarlarım ısınmıştı, nefesimin sıklaştığını, bu ürkütücü ritmin bedenimin içinde attığını ve bütün eklemlerimin sabırsızca uyarıldığını hissettim. Nihayet kendimi rahat bıraktım ve bu adamın yüzünü yakından görmek için ite kaka ön sıralara doğru yürüdüm çünkü -tuhaftır ki- o