istediğinde yapacağı gibi incinerek geri çekilirdi; zira Mendel için kıymetli bir kitabı elinde tutabilmek başka bir erkek için bir kadınla buluşmak gibi bir şeydi. O anlar onun platonik aşk geceleriydi. Onun için sadece kitaptı önemli olan, hiçbir zaman para değil. Bu sebeple aralarında Princeton Üniversitesinin kurucusu da olan büyük koleksiyoncular, Mendel’i boşu boşuna kütüphaneleri için danışman ve satın almacı olarak istemişlerdi. Jakob Mendel reddetti; onu Kafe Gluck dışında bir yerde düşünmek mümkün değildi.
Otuz üç sene önce, sakalı henüz yumuşak ve siyah, alnındaki saçları kıvırcık iken, ufak tefek ve yamuk bir delikanlı olarak hahamlık eğitimi için Doğu’dan Viyana’ya gelmişti; ancak kısa bir süre sonra çok ışıltılı ve binlerce tanrılı kitaplara tapmak uğruna sert ve tek tanrılı Yehova’yı terk etmişti. Önce Kafe Gluck’u bulmuş ve sonra orası yavaş yavaş onun atölyesine, ana karargâhına, postanesine, dünyasına dönüşmüştü.
Bir astronomun tek başına teleskobun minicik yuvarlağından her gece yıldız nöbeti tuttuğu, on binlerce yıldızı, gizemli yollarını, değişen karmaşık hareketlerini, sönüşlerini ve kendilerini tekrar yakmalarını gözlemlediği gibi Jakob Mendel de gözlüğüyle bu dört köşeli masadan başka bir evrene, kitapların evrenine, ancak aynı biçimde ebediyen hareket eden değişken, başka, bizim dünyamızın üzerindeki başka bir dünyaya bakıyordu. Kendisi doğal olarak Kafe Gluck’ta çok itibarlıydı ve bizim için kafenin vaftiz babası olan “Alceste” ve “İphigenia”nın yaratıcısı Christoph Willibald Gluck’tan7 daha ziyade Mendel’in şöhreti bizi onun görünmez kürsüsüne bağlamaktaydı.
Mendel eski kiraz ağacından yapılma bir kasa, birçok kere yama yapılmış iki bilardo masası, bakır kahve kazanı gibi kafenin demirbaşlarındandı ve masası kutsal bir yermiş gibi korunurdu. Zira çok sayıdaki müşterisi ve danışanı personel tarafından her defasında kibarca bir şeyler sipariş vermeye zorlanır ve böylece onun bilgisinin kazancının büyük bir kısmı aslında Şef Garson Deubler’in kalçasının üzerinde taşıdığı büyük deri çantasına girerdi.
Buna karşılık Sahaf Mendel, birçok ayrıcalığın keyfini sürerdi. Telefon onun için ücretsizdi, mektupları teslim alınır ve tüm siparişleri karşılanırdı; tuvaletlere bakan yaşlı ve uysal kadın, mantosunu fırçalar, düğmelerini diker ve her hafta küçük bir torba çamaşırını yıkamaya götürürdü. Sadece onun için yakınlardaki lokantadan öğle yemeği getirtilebilirdi ve her sabah kafenin sahibi Bay Standhartner şahsen masasına gelerek onu selamlardı. Tabii kitaplarına dalmış olan Jakob çoğu zaman bu selamı fark etmezdi bile. Sabahları tam saat yedi buçukta kafeye girer ve ancak ışıklar söndürüldüğünde giderdi.
Hiçbir zaman diğer müşterilerle konuşmaz, gazete okumaz, değişiklikleri fark etmezdi; bir defasında Bay Standhartner kibarca eski gaz lambasının zayıf ve titrek ışığına göre şimdi elektrik ışığında daha iyi okuyup okumadığını sorduğunda, hayretle elektrik ampulüne baktı: Bu değişikliği birkaç gün süren gürültülü tesisat işlerine ve çekiç seslerine rağmen algılamamıştı. Sadece gözlüğünün iki yuvarlak deliğinden, bu iki parlayan ve emen merceklerin süzdüğü milyarlarca siyah harfin özü beynine ulaşıyordu, tüm diğer olaylar boş gürültü olarak onu teğet geçiyordu. Aslında otuz seneden fazla, yani hayatının tüm uyanık zamanını bu dört köşe masada okuyarak, karşılaştırarak, hesaplayarak, sadece uyku ile kesintiye uğrayan sürekli bir rüyada gibi geçirmişti.
Bu yüzden Jakob Mendel’in bu mekândaki güzel sözler söylediği mermer masasını karanlıklar içinde bir mezar taşı gibi gördüğümde bir çeşit korkuya kapıldım. Ancak şimdi yaşım ilerlediğinde, bizim gittikçe tekdüzeleşen dünyamızda böyle insanların her biri ile ne kadar çok şeyin kaybolduğunu, eşsiz şeylerin günden güne daha kıymetli olduğunu anladım. Ve sonra bir de içimdeki tecrübesiz insanın derin bir sezgi ile bu Jakob Mendel’i çok sevdiğini. Ancak yine de unutabilmiştim. Savaş yıllarındayken ve bu onun da kendi işine verdiği tutkusuna benzer bir duyguyla olmuştu. Şimdi ama bu boş masanın önünde bir tür utanç ve aynı anda da yeni bir merak duydum.
Nereye gitmişti, kendisine ne olmuştu? Garsonu çağırdım ve sordum. Hayır, maalesef Bay Mendel diye birisini tanımıyordu, bu isimde bir bey bu kafeye gelmiyordu. Ama belki şef garsonun bilgisi vardı. Şef garson kocaman göbeğiyle ağır ağır geldi. Duraksadı. Biraz düşündü. Hayır, o da Mendel diye birini tanımıyordu. Acaba ben Bay Mandl’ı mı kastediyordum, Floriani Sokağı’ndaki tuhafiyeci Bay Mandl’ı mı? Ağzımda acı bir tat oluştu, fanilik tadı: Rüzgâr ayakkabımızın arkasından son ayak izimizi de siliyorsa, ne için yaşıyoruz ki? Bu insan otuz, belki de kırk sene bu, birkaç metrekarelik mekânda nefes alıp verdi, okudu, düşündü, konuştu ve sadece üç yıl, dört yıl geçtikten sonra, yeni bir firavun gelir ve Joseph hakkında hiçbir şey bilinmez olur; Kafe Gluck’ta Jakop Mendel, Sahaf Mendel hakkında hiçbir şey bilinmez olur!
Neredeyse kızgın bir tavırla şef garsona, “Bay Standhartner ile konuşabilir miyim ya da eski personelden birisi var mı?” diye sordum. Ah, Bay Standhartner, aman Tanrı’m, o kafeyi çoktan satmış ve ölmüş, eski şef garson da şimdi Krems yakınlarındaki arazisinde yaşıyormuş. Hayır, artık kimse yokmuş… Ya da var, var! Evet, Sporschil Hanım hâlâ buradaymış, tuvalet kadını (halk ağzında çikolata kadını). Ama o da mutlaka her müşteriyi tanıyor olamazmış. O anda bir Jakob Mendel’in unutulamayacağını düşündüm ve yanıma gelmesini istedim.
Geldi de Sporschil Hanım, arka taraftan, beyaz dağınık saçlı, biraz ödemli ayaklarıyla, bir taraftan da kızarmış ellerini alelacele bir bezle silerek. Belli ki o sırada kasvetli mekânı ya da pencereleri temizliyordu. Tereddütlü tavırlarından hemen anladım: Ön tarafa, kafenin büyük ampullerle aydınlatılmış, lüks tarafına çağrıldığı için rahatsızdı. Bu yüzden önce aşağıdan yukarıya doğru, şüpheli ve kaçamak bakışlarla, dikkatlice beni süzdü. Ondan ne istiyor olabilirdim ki? Ama ben Jakob Mendel’i sorar sormaz bana kocaman açılan, neredeyse yerinden fırlayacak gözlerle baktı, omuzları aniden dikleşti.
“Aman Tanrı’m, zavallı Bay Mendel, birisinin onu hâlâ düşünüyor olması!” Evet, zavallı Bay Mendel için neredeyse ağlayacaktı, yaşlı insanların gençlikleri veya unuttukları güzel bir beraberlik hatırlatıldığında hep yaptıkları gibi duygulanmıştı!
Hâlâ yaşayıp, yaşamadığını sordum. “Ah Tanrı’m, zavallı Bay Mendel, beş veya altı sene, hayır yedi sene önce ölmüş olmalı. Öyle hoş, öyle iyi bir insan, sonra onu ne kadar uzun bir süredir tanıdığımı düşününce, yirmi beş seneden daha fazla, ben buraya geldiğimde o buradaydı. Onu nasıl da ölüme terk ettiler! Tam bir rezaletti.” Kadın gittikçe daha da heyecanlanıyordu ve bana akrabası mıyım diye sordu. Kimse onunla ilgilenmemiş, kimse sormamış, acaba ben ona ne olduğunu bilmiyor muymuşum?
Hayır, hiçbir şey bilmiyorum diye teminat verdim; bana o anlatmalıydı, her şeyi anlatmalıydı. Bu iyi insan çekingen ve utangaç tavırlarla durmadan ıslak ellerini siliyordu. Anladım ki tuvaletleri temizleyen birisi olarak kirli önlüğü ve dağınık beyaz saçları ile burada, kafenin ortasında durmaktan utanıyordu, ayrıca garsonlardan birisi dinliyor mu diye de sık sık korkarak sağa sola bakıyordu. Bu yüzden oyun salonuna, Mendel’in eski yerine gitmemizi teklif ettim, orada bana her şeyi anlatabilirdi.
Duygulandı, başını sallayarak onayladı, onu anladığım için minnettardı ve biraz sallanarak önden gitti, ben de arkasından. İki garson hayretle arkamızdan bakıyor, bir bağlantımız olduğunu hissediyordu. Ayrıca birkaç müşteri de, farklı bir çift olan, bize şaşkın şaşkın bakıyordu. Ve oradaki Jakob Mendel’in masasında bana Sahaf Mendel’in çöküşünü anlattı. Bazı ayrıntıları ben daha