Джозеф Конрад

Karanlığın Yüreği


Скачать книгу

sohbet ettik. Bu sohbet sırasında o büyük adamın eşine ve kim bilir daha nicelerine, şirket için her gün karşınıza çıkmayacak kadar büyük bir nimet, ender bulunan ve doğuştan üstün kabiliyetli bir insan olarak tanıtıldığımı öğrenmiş oldum. Tanrı’m! Üstelik altı üstü nehirde bir buharlı gemide görevlendirilmiştim, ahım şahım bir şey değil. Ayrıca anladım ki artık ben de o ‘işçi’lerden biriydim, büyük harfle başlayan. Aydınlanmanın gizli ajanı gibi misyonerliğin daha alt kademesi gibi bir şey. Gazetelerde bu zırvalıklar o dönem birçok defa basılmıştı ve bu harika kadın tam da bu zırvalıkların arasında yaşarken tüm o palavralara kolunu bacağını kaptırmıştı. Cahil milyonları onların bu çirkin gidişatlarından caydırmaktan bahsediyordu ki beni bayağı rahatsız etti. Şirketin tamamen kendi çıkarları için yürütüldüğünü ona bir çıtlatmaya cüret ettim.”

      “ ‘Unutuyorsun ki Charlieciğim, herkes kendi ektiğini biçer.” dedi oldukça dâhiyane. Bazı kadınların gerçeklikten bu kadar uzak olması ne tuhaf. Kendi dünyalarında yaşıyorlar, hiç var olmamış, olamayacak bir dünyada… Her şeyiyle çok güzel, öyle bir dünyayı kuracak olsalar güneş daha batamadan dünya parçalara ayrılır. Yaratılıştan beri biz erkeklerin kabul edip birlikte tok gözle yaşadığı acı gerçekler onlara ilk günden tokat gibi çarpıp o dünyayı başlarına yıkar.

      Bunlardan sonra kucaklaştık, bana fanila giymemi ve ona sık sık mektup yazmamı söyledi, bunun gibi dahası. Sonra oradan ayrıldım. Sokağa çıkınca nedendir bilmem bir garip hissettim, sanki bir düzenbazmışım gibi geldi. İlginçtir ki sokakta karşıdan karşıya geçerken bile düşünen çoğu adamın aksine yirmi dört saat içinde dünyanın öbür ucuna bir saniye bile düşünmeden çıkıp giden ben, bir anlık duraksadım. Tereddüt ettiğimden değil, o alelade işe başlamamdan önce şaşkın bir duraksamaydı bu. Bunu açıklamamın en kolay yolu şöyle, bir iki saniyeliğine sanki kıtanın değil, dünyanın merkezine doğru yola koyuluyormuşum gibi hissettim.”

      “Fransız buharlı gemisiyle yola çıktım ve gemi, gördüğüm kadarıyla sırf askerleri ve gümrük memurlarını indirmek için, var olan her lanet limanda duruyordu. Kıyı şeridini izledim. Gemi ardında kayarken kıyıyı izlemek, bir bilmeceye kafa yormak gibiydi. Tam karşında duruyordu, gülerek, davetkâr, asil; somurtarak, adi, yavan, acımasız, suskun ama fısıldayan bir esintiyle, ‘Gel ve gör.’ dedi.

      Fakat bu kıyı şeridi gördüklerim arasında en niteliksiz olanıydı. Zalim bir yavanlığı vardı, sanki hâlâ oluşma aşamasındaydı. Dev ormanın kıyıları, siyaha dönecekmiş gibi kopkoyu bir yeşildi, beyaz köpüklerle çerçevelenmiş, cetvelle çizilmiş gibi dümdüzdü. Işıltısı ürpertici sisle buğulanan masmavi açık denize doğru, çok uzaklara uzanıyordu. Güneş hırçındı, kara sanki ışıldayarak damla damla terliyordu.

      Tek tük, grili beyazlı noktalar görünüyordu beyaz köpüğün içinde kümelenen ve üstünde bayrak dalgalanan. Birkaç yüzyıllık yerleşim yerleri hâlâ o el değmemiş geniş karanın ortasında bir toplu iğnenin başı kadardı. İlerledik, durduk. Askerleri indirip devam ettik, gümrük memurlarını cinlerin top oynadığı, teneke kulübeler ve bayrak direği dışında bir şey olmayan yaban yerlerde vergi kesmeleri için indirdik, ardından zannedersem o memurları korumaları için daha fazla asker indirdik. Kimi, duyduğuma göre, dalgalarda boğuluyordu. Bu doğru olsa da olmasa da kimse bunu umursamıyordu. Yerlerine öylece fırlatıldılar ve biz yolumuza devam ettik.”

      “Her gün kıyı sanki hiç kıpırdamamışız gibi aynı görünüyordu, hâlbuki garip isimli birçok yerden sanki tekinsiz bir perdede oynanan pis bir komediye aitmiş gibi ‘Büyük Bassam’, ‘Küçük Popo’ benzeri isimleri olan birçok ticaret noktasından geçmiştik. Yolcu aylaklığı, iletişim kurmamın manasız olduğu tüm o adamlar içindeki yalnızlığım, kaygan ve durgun deniz, kıyının yavan karanlığı beni sanki kederli ve bilinçsiz bir sanrının kapanına kıstırıp nesnelerin gerçekliğinden alıkoyuyordu. Zaman zaman duyduğum dalga sesleri bana kardeş sesi gibi geliyordu, kuşkusuz bir lütuftu bu. Doğaldı; bir sebebi, anlamı vardı. Ara sıra sahilden gelen bir bot sağlıyordu gerçeklikle temas kurmamı. Siyah adamlardı kürekleri çekenler. Uzaktan gözlerinin aklarının parladığını görebiliyordunuz. Bağırıyor, şarkı söylüyorlardı. Vücutları ter içindeydi, grotesk maskelere benzeyen yüzleri vardı. Bu adamlar; kemikleri, kasları, vahşi dirilikleri ve o yoğun hareket etme kudretleriyle kıyıya vuran dalgalar kadar gerçekti. Orada olmak için bahaneye ihtiyaçları yoktu. Onları izlemek büyük ferahlıktı. Kısa süreliğine, hâlâ dürüst gerçeklikleri olan bir dünyada yaşar gibi hissettim fakat bu çok sürmedi. Bir şeyler korkutup kaçırıyordu bu hissi.

      Hatırlıyorum bir defa, kıyıya demir atmış savaş gemisine denk gelmiştik. Bir barakanın bile olmadığı çalılıkları bombalıyordu. Oralarda süren bir savaşı varmış Fransızların. Geminin bayrağı paçavra gibi solmuştu, uzun, on beş santimetrelik silahların namluları alt gövdeden taşıyor; yağlı, kaygan dalgalar kabarıyor ve gemi ağır ağır yalpalıyor, ince direklerini sallıyordu. Dünyanın bomboş genişliğinde, gökyüzünde ve suda, işte oradaydı, akıl ermez biçimde bir kıtayı bombalarken. ‘Güm!’ edip ateşleniyordu on beş santimetre silahlar. Ufak bir ateş fırlayıp yok oluyordu. Beyaz duman kayboluyor, küçük toplar güçsüz, bitap, acı bir feryat veriyor ama hiçbir şey olmuyordu.

      Hiçbir şey olamazdı. Bu gidişatta bir tutam delilik, görüntüde acıklı bir maskaralık vardı. Orada yerlilerin kampı olduğunu içtenlikle söyleyen güvertedeki adam bu deliliği gideremedi, ‘düşmanlar’ diyordu onlara. Oralarda saklı, gözden uzak düşmanlar.

      Mektuplarını verdik. Yalnız gemideki adamların günde üçünün sıtmadan öldüğünü duydum. Yola devam ettik. Abuk subuk isimli birkaç yerde daha durduk, kızışmış bir yer altı mezarlığına benzeyen, ölüm dansı ve ticaret yapılan o durgun ve dünyevi atmosferlerde. Sanki doğa ananın davetsiz misafirleri defetmek için tehlikeli dalgalarla çevrelediği biçimsiz kıyıları boyunca durduk. Yataklarında çamurların çürüdüğü, sularının balçık gibi koyulaştığı, bükülmüş ağaçları ele geçiren, bizi âciz bir umutsuzluğun uç safhasında kıvrandıran bütün o nehirlere, yaşamın içindeki ölüm akıntılarına girdik çıktık.

      Hiçbir yerde belirli bir izlenim edinebilecek kadar kalmadık ama içimde tuhaf ve bunaltıcı bir merak büyüdükçe büyüdü. Sanki kâbusların ortasında, usandıran bir hac yolculuğundaydım.”

      O büyük nehrin ağzını gördüğümde otuz günden fazladır yoldaydım. Başkent mevkilerinde demir attık. İki yüz mil daha yol katetmeden işim henüz başlamayacaktı, bu yüzden elime geçen ilk fırsatta otuz mil ötedeki yere gitmek üzere yola koyuldum. Küçük bir deniz buharlı gemisinde yer buldum. Kaptanı İsveçliydi, bir denizci olduğumu öğrendiği için beni kaptan köşküne davet etti. Cılız, açık tenli, uzun saçlı ve genç bir adamdı. Ayaklarını sürüyerek yürüyordu. Zavallı, ufak rıhtımdan ayrılırken kafasını payandaya çarptı.

      ‘Oralarda mı yaşıyordun?’ diye sordu. ‘Evet.’ dedim. ‘Şu devlet adamları bir âlem, değil mi?’ diye devam etti, çok düzgün ve hatırı sayılır derecede keskin İngilizce konuşuyordu. ‘Ayda birkaç frank için bazı insanların yapabilecekleri şeyler ne acayip. Bu tiplerin taşraya gittiklerinde neye dönüştüklerini merak ediyorum.’ Bunu yakında öğrenmeyi beklediğimi söyledim ona. ‘Yaa!’ diye bağırdı. Bir gözünü tedbirlice önünde tutarak rüzgâra doğru ayak sürüdü. ‘O kadar emin olma.’ diye sözüne devam etti.

      ‘Geçen gün yolda kendini asmış bir adam buldum. O da İsveçliydi.’

      ‘Kendini mi asmış? Tanrı aşkına, neden?’ diye bağırdım.

      Dikkatlice