olmaması meselesiydi. Aradan dört beş sene geçtikten sonra henüz çocuğu olmamak ana ve baba için iç yarası olabilir ya! Bu kadar hekim, bu kadar hocanın hiçbir faydası olmadı. Nihayet hekimler, hem de o zamanın hekimleri, Osman Çorbacı’ya “Senin çocuğun olmayacak, nafile paranı sarf etme, bu davadan vazgeç!” cevabını verdiklerinde Osman Çorbacı da ümidini kesmişti.
Şimdi bunların bu meseleden başka üzüntüleri yoktu. Bundan başka her muratlarına ererek vakit geçirmekte iken Rusya ile Devlet-i Âliye’nin arasındaki dostluk bozulmuş; Osmanlı ordusunun gereken yöne sonra sevk olunmak üzere Edirne sahrasına çıkması hakkında I. Abdülhamit emir vermişti. Osman Çorbacı ile Ayşe Dudu “şimdilik” diye birbirlerinden ayrıldılar. Ne fayda ki geçici olarak değil sonu gelmeyecek şekilde ayrılmış oldular. Şöyle ki:
Osmanlı ordusu İstanbul’dan Edirne sahrasına çıkıp oradan da Sofya’ya geçti. Osman Çorbacı’nın içinde bulunduğu bir fırka da Tuna boyuna doğru hareket etti. Böylece Çorbacı’nın İstanbul’dan ayrılıp bulunmayışı bir seneye yaklaşmıştı.
Şimdi İstanbul’dan hareketinin on birinci ayında zevcesinden bir mektup aldı. O mektupta kendisinin gidişinden sonra nur topu gibi bir oğlan doğurmuş olduğu yazılmış ve mektuba eklenerek çocuğun saçından da bir miktar gönderilmiş olduğunu görünce bir aralık “Aman! Allah bana da bir evlat verdi ha! Hem de erkek imiş… Öyle ise yeniçeri olacak…” diyerek sevincinden çıldırmak derecelerine geldi. Ve ne fayda ki sonradan İstanbul’dan ayrılışının üzerinden on bir ay geçtiğini vesaireyi hatırlayınca düşünmeye, düşündükçe keyfiyete verdiği ehemmiyet artmaya başladı. “Çok şey, beş-altı sene çocuğum olmasın ve herkes artık benim çocuğum olmayacak diye sözü kessin de şimdi olmuş olsun… Hem de aradan on bir ay geçmesinden sonra… Ne demek? Şimdi ben bu çocuğa benim oğlum mu diyeceğim? Allah göstermesin… Desene ki bizim Ayşe… Hayır, onu da demek istemiyorum amma başka ne demeli? Eyvah eyvah, evim barkım yıkıldı demektir. Karı kısmına güvenmek olmaz derler, sahiymiş…” diyerek öyle bir hâle geldi ki âdeta gözlerini ümitsizlik kanı bürüdü ve “Şimdi ben bir oğlum olmuş diye ocak arkadaşlarımın hangisine haber verebilirim? Hiç on bir ay ayrılıktan sonra bir adamın oğlu olabilir mi? Âleme karşı rezil rüsva olurum. (Ağlayarak) Ah zaten oldum gitti, baksana namusum ayaklar altına alınmış. Hınzır kahpe bir de tutmuş da nur topu gibi oğlan doğurdum diye göğsünü gere gere bana saçından da göndermiş. (Birçok vakit dalgın dalgın sustuktan sonra) Olmaz olmaz, artık âleme karşı bakacak yüzüm kalmadı, bari kendimi öldürüp kurtulmalıyım.” diye âdeta hiddetinden kendini öldürmeyi göze aldı. Fakat bir daha fikir değiştirip “Ne demek? Ben kendime niçin kıymalıyım? Kabahat benim mi ki? O hınzır kahpeyi paralayıp şimdiki hâlde kendisinin karalamış olduğu yüzünü al kanlara boyamalıyım. Yapar mıyım yaparım. Bıçağım hakkı için yaparım. Bari ayıbımızı kara yer örtsün.” dedi.
Olacağa dikkat etmeli ki mektubun tarihi olmayıp Yeni Cami’deki yazıcı tarih makamına yalnızca koca bir m çekmiş olduğu gibi çocuğun ne zaman doğduğunu da izah etmeyip yalnız “Şükür Mevla’ya nur topu gibi bir evlat ihsan eyledi.” ibaresini yazmış idi. Osman Çorbacı ise yeniçeri. Bunda bir yanlış olma ihtimalini düşünür mü? Kâğıt İstanbul’dan kaç günde gelmiş onu hesap edebilir mi? Ve bir kere karıyı kabahatli çıkardıktan sonra fikrini geriye almak elinde mi? Biçare kadıncağız top uğruna gitti vesselam. Çünkü çocuk Osman Çorbacı’nın İstanbul’dan hareketinden tam sekiz ay yirmi beş gün sonra doğmuştu.
Osman Çorbacı’nın zikrolunan mektubu aldıktan sonra nasıl bir hâl almış olduğunu tarif edebilmek için ne kadar çalışmış olsak azdır. Biçare adamcağızın gece uykusunda bile rahatı, huzuru kalmadı. Ne vakit gözlerini kapayacak olsa gözü önüne hanesi ve karısı gelir; karısını da daima başı sarıklı ve efendiden bir zatın şımartıcı ve yalvaran aguşunda görür idi. Bu hâlin, öteden beri zevcesini en ziyade başı sarıklı takımdan kıskanmasından ileri gelmiş olma ihtimali uzak değildir. Bundan sonra zevcesini vurup öldürmek isterdi fakat kadın mahmur gözlerini çevirip de yüzüne bakar bakmaz elleri titreyerek vurmaya eli varamaz idi. Sabah olup da yatağı içinde oturarak gece gördüğü şu korkulu rüyayı tabir etmeye çalışır, edemez ve derhâl fikri gene dönerek “Rüyaya bakılır ise ben İstanbul’a gitsem ve Ayşe’yi sevgilisiyle diz dize oturur iken bulsam bile demek oluyor ki vurmaya elim varmayacak. Ah, nasıl varabilir! Secde eder gibi yüzümü, gözümü sürdüğüm zaman sakalımın tıraşı batmasın diye çekindiğim sinesine şimdi nasıl bıçak sokabileceğim? Güzel amma namussuzluğa da nasıl tahammül edebilirim? Ya Rab bu beladan kurtulmanın çaresi nedir? Aman Rabb’im senin ocağına düştüm, bu belayı bana sen verdin, çaresini de senden başka bulacak kimse yoktur. Bari şu anda beni öldür de kurtulayım gideyim.” hasbihâliyle ağlamaktan kendisini alamaz idi. İşte biçare beş on gün böyle cehennem ateşi gibi bir ateş içinde yandı gitti. Kendisi için bu süre içinde aklını bozmak işten bile değil idi. Zaten aklını bozmak da başka türlü olmaz ya! Bir gece gene yazıldığı gibi gördüğü müthiş bir rüya üzerine kalkıp fırka kumandanı bulunan zatın huzuruna çıkarak İstanbul’da zevcesi vefat ettiğinden kısa bir süreliğine İstanbul’a gitmek için izin istedi; fakat bu izni öyle bir tavır ve çehre ile istedi ki sahiden zevcesi vefat etmiş olmak şöyle dursun belki evi barkı berbat olmuş bulunduğuna etrafıyla delalet eder idi. Kumandan Ağa, Osman Çorbacı’nın ağlamaktan kızarmış, kan çanağına dönmüş gözlerini henüz ızdırap gözyaşıyla dolu bulunan kirpiklerinin arasından görünce yüzünün üstünde işlenmiş olan başka birçok ümitsizlik ve matem izinden başka bir izaha da gerek duymadan Çorbacı’nın İstanbul’a gitmeye herhâlde mecbur bulunduğunu anlamıştı. Hâlbuki Osman Çorbacı’nın kumandandan bu suretle izin istemesi fevkalade bir şeydi. Bir yeniçeri için ordugâhı izinsiz terk etmek işten bile değildi. Bunu çok iyi bilen Kumandan Ağa, Osman Çorbacı’nın istediği izne razı olmakta dakika kaybetmemiştir.
Bu zamana kadar Osman Çorbacı çocuğunun olduğundan kimseye bahsetmemişti. Kumandandan izni aldıktan sonra ocak arkadaşlarına zevcesinin doğururken vefat ettiğini, hanesince olan işlerini görmek için İstanbul’a gideceğini ilan etti ve Hasan Pehlivan isminde olan bir topçusunu yanına alarak Edirne yoluyla İstanbul’a doğru ordugâhtan hareket etti.
Bu Hasan Pehlivan, Osman Çorbacı’dan daha genç, henüz yirmi dört yirmi beş yaşında bir yiğit olup fevkalade cesaretli idi. Topçuluktaki maharetinden dolayı Osman Çorbacı kendisine âdeta arkadaş muamelesi eder idi. Bu hâl ile beraber yol esnasında Osman Çorbacı’nın kendisine asla ağız açmayarak başını koynuna sokmuşçasına eğilip daima üzüntü ile konuştuğunu ve başını ancak gözlerini ve burnunu silmek için kaldırdığını görünce yüreği üzüm üzüm üzülüyordu. Bu hâlde Çorbacı’ya kendisi dahi velev ki teselli yolunda olsun hiçbir söz söylememeyi ve biçareyi kendi hâline bırakmayı kararlaştırmıştı.
İki gün birlikte yol yürüdüler ve Osman Çorbacı da zaruri ihtiyaçlardan başka Hasan Pehlivan’a hiçbir söz söylemedi. Nihayet üçüncü günü idi ki artık tamam, Balkan Dağları’nı aşmışlar ve öte yakasında yani Edirne kırı yönünde bir dağın eteğine inip heybelerindeki erzakı çıkararak kuşluk yemeği yemeye oturmuşlardı. Osman Çorbacı ovaya doğru baktı, baktı; birdenbire elini yemekten çekerek ve gözlerini kırpıştırarak gözlerinden dolu tanesi gibi yaşlar akıtmaya başladı. Hasan Pehlivan artık dayanamayıp aklınca teselliye kalkıştı:
“Çorbacı! A kardeş! Sen çocuk değilsin, ben de senden büyük değilim ki sana teselli vereyim. Pekâlâ bilirsin ki ölünün ardı sıra ölünmez.”
“Ah Pehlivan! Sen şimdi benim yerimde olsan…”
“Vallahi ben senin yerinde