Sven Hedin

Gobi Çöllerinde


Скачать книгу

üzerine Profesör Hsü ayağa kalkmış ve Çinliler namına benim sözlerimi teyit etmişti. Daha sonra bir müddet sohbet ettik ve geç vakit yataklarımıza çekildik.

      Fakat ben bir türlü uyuyamıyor ve düşüncelere dalıyorum: Acaba ben, hakikaten, dünyanın en muazzam kıtası olan Asya’nın canevine gidecek olan en büyük ilmî kafilenin başında mıydım? Düşünüyor ve düşündükçe gözlerime uyku girmiyordu.

      Burada, bu altmış bin nüfuslu ve otuz bin askeri bulunan Baotou’da dokuz gün kalacaktık. Bize iki yüz elli deve lazımdı. Bunları, arkadaşımız Larson satın alacaktı. Fakat ona satın alma emri vermek için Pekin’de Çin hükûmeti ile bizim namımıza yapılan müzakerelerin neticelenmesi lazımdı. Bu müzakereler neticeleninceye kadar, kiralık develerle yetinecektik.

      Bununla beraber boş duracak değildik. Konuşulacak bin mesele, başarılacak bin iş vardı. Çünkü altımda altmış kişi ve üç yüz deve bulunuyordu. Bunların biri de dertsiz değildi.

      Sonra muhasebecimizin hazırladığı bütün ödeme fişlerini imzalamak bana aitti. Fazla paraya muhtaç olduğumuz şimdiden anlaşılıyordu.

      Nihayet hazırlanmaya başladık ve erzak sandıklarını, ancak birini açarak bütün araç gerecimizi temin edecek surette tertip ettik. Sandıklarımız hep kapanmış, çuvallarımız, su kırbalarımız, çadırlarımız hep bağlanmıştı. Yüzlerce deve yükü duruyordu. 18 Mayıs günü, 1650 dolara kiraladığımız iki yüz elli deve gelmiş, biz de şehrin kuzeydoğu yönündeki hana nakletmiştik. Çünkü burada eşyamız ve develerimiz açıkta kalıyor, birdenbire yağan yağmurla dolu her şeyi altüst ediyordu.

      20 Mayıs günü Larson tarafından uyandırıldığım zaman, hazırlığın tastamam olduğunu gördüm. Develer sıralanmış, yükleniyordu. Devenin biri, Orta Asya’da tesis edeceğimiz daimî rasat merkezine ait alet ve edevatı sırtından atmış fakat hamdolsun, bunların birine zarar gelmemişti. Baotou hâkiminin, bizi muhafaza için tayin ettiği otuz asker bekliyordu. Bunların sol kollarında kırmızı beyaz bantlar vardı.

      İsveçlilerle Almanların binek develeri geldi. Bunlar; tabanca mahfazaları, dürbünler, fotoğraf makineleri, sarı deriden çantalar, sıcak su şişeleri, hafif içkiler, yazı levazımı, tüfek ve kurşunla yüklüydü.

      Oluşan ekipler arasında yürüyordum. Her şey yollu yolunda idi. Gümüş para ile dolu sekiz sandık, en kuvvetli dört deveye yüklendi. Bunları yirmi sekiz hidrojen silindiri takip etti. Bunların hararetten patlamamaları temin edilmiş ve develere yüklenmişti.

      Ben, Asya’da geçirdiğim senelerde birçok kervan görmüştüm. Arabistan’da, Irak’ta, Gansu’da, Moğolistan’da birçok kervan görmek dışında, mukaddes ziyaretgâhlara giden kervanları, İran şahının Elburz’a giden kervanını, Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı’nda Bavyera hecinlerinden1 teşkil ettiği kervanları görmüştüm. Fakat benim kervanım, bunların en heybetlisi idi. Onun manzarası ne muhteşemdi. Bu, sanki hareket eden bir orduydu. Güneş dağların üzerine yükselmiş ve kervanın ihtişamına renk katmıştı.

      Nihayet Larson, yüklenecek bir şey kalmadığını haber verdi. Develer ovaya çıkmıştı. Biz de develerimize bindik ve kafile hareket etti. Bizim Çinli âlimlerimiz, develerin yükleri üzerine birer tahta kurulur gibi kurulmuşlardı.

      Ben deve üzerinde iken pusula, saat kullanmaya, resim yapmaya, not kaydetmeye mecbur olduğumdan, devemi ona göre hazırlatmıştım. Benim çadırım da yatağım da devemin üzerindeydi. Bunlarla devenin hörgücü arasına halılar serilmiş, ben de bir kuş yuvasındaymış gibi oturmuştum.

      Devemin hareketleriyle meşgul olmamak için, yine bir deve sırtında olan Moğol Mento, benim devemi götürmekle meşgul oluyordu.

      Muhafızlarımız, toz bulutu içinde bizi takip etmekteydiler. Develer, adım adım kuzey dağlarına giden ilk geçide girmek üzere ilerliyorlardı. En uzaktaki devenin başında bir İsveç bayrağı dalgalanıyordu.

      Senelerimin rüyası gerçek oluyordu. Artık Orta Asya’ya, bütün eski dünya içinde kurumuş, muazzam bir nehir yatağı gibi uzanan çöl mıntıkasına gidiyor ve büyük işler, esrarengiz maceralar yoluna girmiş bulunuyorduk.

      ÇETELER YURDU

      Biz, hakikaten yolumuza girmiş bulunuyoruz, muazzam Asya kıtası içinde sonsuz yolculuğumuzun ilk gününü geçirmekteyiz. Etrafı tetkik ederek birinci haritama kaydettim.

      Uzun yolumuzu, bütün kıvrımlarıyla, bütün yokuşlarıyla, inişleriyle, dağlarıyla, ovalarıyla, uçurumlarıyla, ırmaklarıyla, konaklarıyla gösteren binlerce harita daha yapılacak. Önce yüz elli metrelik bir mesafe tayin ederek devemin bu mesafeyi ne kadar zamanda geçtiğini anladım, bu suretle onun adımlarını sayarak geçtiğimiz yolu ölçmek mümkün olacaktı. Hiçbir alet bu kadar düzgün olamazdı. Benim kıymetli devem, bizim geçtiğimiz yolların haritasını yapmakta bize ne kadar yarayacağının farkında değil.

      İlerliyorum… Ara sıra çamurdan yapılma ve yıkılmaya hazır kulübeli, sefil köylere tesadüf ediyoruz. Bunların bir kısmı tamamen boş. Çünkü buranın bedbaht ahalisi, askerler ve eşkıya tarafından sürülmüştü. Meskûn köylerde ise ahali ile çocuklar paçavralar içindeydiler. Ara sıra bir çiftçinin demir saban ve atlar yahut siyah öküzlerle toprağı sürdüğünü görüyoruz.

      Öğleye doğru Gunhuduk köyüne vardık. Ahali, kulübelerinin önüne çıkarak bizi seyrediyordu. Köyün ortasında bozuk bir tayyare motoru duruyor ve General Feng’in akıbetini anlatıyordu. Develer, tayyarelerin cenazesinden ürkmüşler ve idare edilemez bir hâle gelmişlerdi. Arkadaşımız Dettmann’ın devesi tuhaf tuhaf sıçramış, Dettmann’ı yere yuvarlayarak yaralamıştı. Fakat Hummel, çantasıyla koşmuş ve onun yaralarını sarmıştı.

      Kuzeybatıdaki dağlara yaklaşıyoruz. Solda, biraz ötede bir ırmak görünüyor. Batıda, beyaz cephesiyle Kundulung Manastırı, çöl içinde bir peri sarayı gibi… Burada yalnız birkaç lama var. Bunların gerisi kuzeydeki göçebeler arasında.

      Kafilemizdeki muhafız atlılar, çamurlu birer kapı önünde durarak atlarından inmişler ve atlarını çözmüşlerdi. Bunlar, burasının ilk konak yeri olduğunu söylüyor ve gümüş sandıklarını duvara yakın bir yere indirmemizi tavsiye ediyorlardı. Fakat biz ovada konaklayarak malımızı gözümüzün önünde bulundurmayı tercih ettik.

      Çinli hizmetçilerimiz, develeri müthiş bir süratle çözerek yükleri indiriyor ve ertesi sabah yine bunları süratle yüklüyorlardı.

      Yarım saat içinde 232 devenin yükleri iniyor ve sandıklar âdeta bir şehir minyatürü teşkil ediyordu. İki Moğol olan Mento ile Matte benim ikametgâhımı hemen kurarak bütün istediğim kutuları yerleştiriyor ve yatağımı yapıyorlardı.

      Moğol çadırı olan bütün çadırlarımız kurulmuştu. Bunların üzerinde hayat ve ebediyeti simgeleyen resimler vardı. Bu çadırların bir büyüğü, bizim kulübümüz olacaktı. Saat beşte burada toplanarak çaylarımızı içtik.

      Çinlilerden müteşekkil bir kervan da bizim civarımıza konmuştu. Çadırlarımıza döner dönmez kuzeybatıdan bir fırtına koptu ve karargâhımızın üzerinden bir kırbaç gibi geçti.

      Çadırım müthiş bir sarsıntı geçiriyordu. Çadırın direği yıkılmak, ipleri kopmak üzereydi. Dışarı çıkmaya imkân yoktu. Çünkü ayakta durulamaz ve etraftan bir şey görülmezdi. En yakın çadır bile görülemiyordu. Hava, kum ve tozla dolmuştu.

      İnce toz her tarafa giriyor ve her şeyi kaplıyordu. Kâğıtlarımı ve bütün eşyamı hemen sandıklara attım. Çok şükür ki fırtına birkaç dakika sonra, ansızın başladığı