bir tutarlılık oluşturmaya sevk eder bu ifadeler.
Kendimizi gözden geçirelim. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu az çok biliyor, helali haramı ayırt edebiliyoruz ve çocuklarımıza örnek olmaya çalışıyoruz. Alalım karşımıza onları, sabah akşam konuşalım, bunu böyle yapacaksın, bunları yapmayacaksın, diye. Söylediklerimizi biz yapmıyorsak ne kadar etkili olabiliriz? Kitap okumanın faydalarından bahsedip biz elimize hiç kitap almıyorsak, kul hakkından bahsedip biz önemsemiyorsak nasıl etki edebiliriz onlara? Önce elimizi taşın altına biz koyacağız, kendimizi düzelteceğiz, bir duruşumuz oluşacak. Sadece çocuklarımız için değil, hayatımızın her aşamasında, işte, sokakta, çarşıda, pazarda, nerede olursa olsun kişiliğimizden ödün vermeyeceğiz.
Çocukken kendimize rol model seçeriz, genellikle erkekler babalarını örnek alırlar. Biraz büyüdükten sonra değişir, yeni insanlar tanırız ve yeni rol modelleriniz olur belki. Ama ben şimdi bakıyorum da rol modelim hep aynı kalmış çünkü benim babam “iyi bir baba, iyi bir koca, iyi bir evlat, iyi bir damat ve iyi bir insan” olmuştu her zaman.
Söylemek her zaman kolaydı; oturduğumuz yerden hüküm vermek, başkasını eleştirmek en çok yaptığımız hatalardan biri oldu. Kendimize dönüp bakmayı unuttuk, kendimizle hesaplaşmayı bıraktık çünkü çok zordu insanın kendini yargılaması. Nefis hep haklıydı, hep doğruyu yapan biz olduk, hatalı olan başkasıydı.
Aslında bu kadarının bile farkında olup azıcık uyanık kalabilsek nefis denen şeytanı alt edebiliriz. Uyanık kalmak için kendimize gelmeli ve silkelenmeliyiz. Bunu yapabilmek için önce karar vermeliyiz. Şöyle başlayabiliriz: Elinize bir bardak çay veya kahve alın, güzel bir müzik açın ve sorun kendinize, bunu başarabilen insanlar nasıl yapmışlar, hayatlarında neleri değiştirmişler, nelerden vazgeçmişler veya neleri eklemişler hayatlarına.
Nefsimize ağır gelen hakkımızda hayırlıdır derler, buradan başlayabiliriz aslında. Dervişliğin temel kurallarındandır, “Az ye, az uyu, az konuş, halvet et”. Bize zor gelir bunları yapmak. Şu ahir zamanda, şu kapitalist dönemde herkes her şeyi tüketmeye yönlendirilirken buna direnmek kolay değildir. Kendimize soralım nelerden vazgeçemediğimizi. Vazgeçemediğiniz her şey putlarımızdır asılında. Önce içimizdeki putları kıracağız, dünyalık neye bağlanmışsak ondan vazgeçeceğiz. Vazgeçtikçe göreceğiz; üstümüzdeki yük hafifleyecek, ağırlıklarımızdan kurtulacağız. Burada bağlandığımız her şey Allah’la aramıza biraz daha mesafe koyar. Biz ne için varız? O’na daha yakın olmak için, her ânımızda O’nu hissetmek için varız.
“Şah damarına bakmayı akıl edemeyenler, Allah’ı gökyüzünde aradılar” demiş Necip Fazıl. O bize bu kadar yakınken biz nasıl O’ndan uzak durabiliriz ve uzaklaşmak için çaba harcarız? Bunu belki bile isteye yapmıyoruz ama tersi için bir çaba göstermiyorsak aynı yere çıkarız.
Bağlarımızdan, prangalarımızdan kurtulalım, kendimize gelelim ve haliyle, tavrıyla örnek alınacak insan olalım; ahlakıyla, ilmiyle, edebiyle sayılan kul olalım.
İnsan küçükken birçok şeyi analiz ve idrak etme şansı bulamıyor. Mekânı cennet olsun, rahmetli dedem bizi çok severdi, biz de onu çok severdik, bize karşı hep güler yüzlüydü, hiç kızmazdı mesela, cebinde her zaman bizi mutlu edecek şeyler olurdu. Çocuklar için dedelerin her zaman yeri başkaydı.
Büyüdükçe sevgimin yanında saygım da artmaya başlamıştı çünkü yalnızca bir dede değildi; babaydı, kocaydı, amcaydı, dayıydı, abiydi veya birilerinin dostu ve arkadaşıydı. Onların dedeme gösterdiği hürmet de benim ona başka gözlerle bakmamı sağlamıştı. Yıllar geçiyor, büyüyordum, hayatın içinde kendime bir yer edinmeye, kişilik kazanmaya çalışıyordum. Beni görenler, tanıyanlar veya bir şekilde onun torunu olduğumu öğrenenler daha bir saygı gösteriyorlardı ve bu beni mutlu ediyordu. Atamla gurur duymak hoşuma gidiyordu ama beni asıl mutlu eden, dedemin örnek bir insan olmasıydı.
Dedemi tanıyanlarla sohbet ettiğimde hiç mübalağasız şu cümlelerle karşılaştım: “Cahit baba olmasaydı okuyamazdık.” “Cahit abi sayesinde bir ekmek yedik, bize vaktiyle çok iyilik yapmıştı.” “Cahit dedem zengin değildi ama etrafında iyiliğinin dokunmadığı kimseyi bırakmamıştı.”
Onu yirmi sekiz yaşındayken kaybettim ve hâlâ yerini dolduramadım.
Allah rahmet eylesin. Mekânın cennet olsun güzel insan.
Veren El
Daha dünyaya geldiğimiz anda alıp vermeyi öğreniyoruz. Hayatın can damarı ve yaşam kaynağımız olan nefesimizi bir alıp bir veriyoruz.
Paylaştıkça çoğalan tek şey sevgi denilse de gönülden gelerek, sadece Allah rızası için paylaştığın her şey çoğalır çünkü yaradan cömertlerin en cömerdidir. Sen bir verirsin, O sana bin verir. Belki burada olmasa bile ebedi hayatında mutlaka fazlasıyla verecektir karşılığını ve en kıymetlisi de odur.
Daha dünyaya geldiğimiz anda alıp vermeyi öğreniyoruz. Hayatın can damarı ve yaşam kaynağımız olan nefesimizi bir alıp bir veriyoruz. Bu bize Allah tarafından almanın ve vermenin ne kadar önemli ve kutsal olduğuna dair gösterilen bir ayet olabilir.
Samimi olduğum bir dostumla iş nedeniyle seyahat ederken, yol uzunluğu muhabbetin derinliğine karıştı ve söz yardımlaşmaya geldiğinde, bu arkadaşım başından geçen bir olayı aktardı.
Sevdiği ve kıymet verdiği bir büyüğünü iş yerinde ziyarete gittiğinde ona geçim derdinden dem vurmuş ve çocuklar büyüdükçe masraflarının da arttığını ve yetişmekte zorlandığını dile getirmiş. Çay faslı bitip iş yeri sahibinden izin istediğinde, adam, bir dakika, diyerek arka tarafa geçmiş ve erzak poşetini eline tutuşturmuş. Yol arkadaşımın dediğine göre, almak zorunda kaldığı bu poşet taşıdığı en ağır poşet olmuş. Allah kimseye muhtaç etmesin ve hep veren olayım, diye dua etmiş.
Ben vererek ve paylaşarak mutlu olan bir insanım. Bu biraz fıtratım gereği, biraz yetişme tarzım, biraz da bunun için verdiğim yoğun çaba sayesinde oldu. Önceleri maddi gücüm yoktu, insanlara emeğimle yardım etmeye çalışırdım, çarşıdan pazardan dönen yaşlı insanların poşetlerini taşırdım küçükken. Birinin evi taşınacaksa koşarak giderdim, kar yağdığı zaman dışarı çıkar yolda kalan arabaları iterdim. Arabamlayken durakta bekleyen insanları alır evlerine bırakır ve belki gideceğim yerin dışında bir sürü yer dolaşırdım ama gerçekten mutlu olurdum.
İnandığım değer, kendimizi merkeze alıp en yakınlardan başlayıp halkayı genişleterek paylaşmayı sürdürmek olmuştur her zaman.
Bir gün Peygamber Efendimiz’in eşinin kurban etini dağıttıktan sonra, “Bir parça da bize kaldı” demesi üzerine Resul-ü Ekrem, “Hayır, sadece dağıttıkların bize kaldı” diye yanıtlamıştır.
Böyle dünyalıktan uzak duran bir Nebi’nin ümmeti olarak ona layık olduğumuzu düşünebilir miyiz? Paylaşmak bir yana, her zaman daha fazlasını talep etmiyor muyuz? Bunu direkt söylemiyoruz ama yaşadığımız hayat bize ayna tutuyor.
“Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki, ihtiyacınızdan fazlasını.”
Ayetin ölçülerine hangimiz uyabiliyoruz? İhtiyacından fazlasını en cömerdimiz bile dağıtabiliyor mu? İhtiyaç icat etmekteyse elimize kim su dökebilir? Şart olan ikinci buzdolabı, onsuz yemek yenmeyen mutfaktaki televizyon, listenin üst sıralarında yer alan beşinci ayakkabı, özelliklerini kullanamasak da son çıkan akıllı telefon… Liste bu şekilde uzayıp giderken hayatımızı bunların