Emirhan Yenikiy

Ahiret


Скачать книгу

Kendi tuttuğun balığın lezzeti de tamamen başka oluyor tabii, doğru mu?

      –Pek doğru!

      –Hakikaten, severim ben balığa gitmeyi, çok severim! Fakat burada bizim gibilere boş zamanı hiç arttırmazlar; sonra ciddi ağabeyler, balığa gittiğimi söylediğim zaman ona ciddi olmayan iş olarak bakarlar, şüphesiz. Bakarlarsa baksınlar! Gelecek yıl sağ olursak, bu sahil boyunda hep beraber otururuz!

      O böyle kendisinin balık tutmaya olan ilgisini samimiyetle anlattı da, “Araba bekler.” diyerek aceleyle gitti. Gitmeden önce ben onun soyadını da öğrenebildim: Sabircanov imiş.

      Yoldaş Sabircanov güzel, şen gönüllü birine benziyor, ancak gerçek balıkçı olmasa gerek – konuşmayı çok seviyor.

      Bu gelişimde balık çorbasını daha az içtim. Buna karşılık eve altı kilo balıkla döndüm.

* * *

      …Yine güzel yaz ayları geldi çattı. Yine dere kenarındaki kır yerinin patikalarında yürüyesim geldi. Üstelik, rüyama da su kıyısına gelip olta atmamı bekleyerek ağızlarını açıp duran yayın balıkları girmeye başladı. Dayanamadım, iznimi aldım da çabucak şu yayın balıklarının yanına gitmeye acele ettim.

      Alışıldık yer. İşte yeşil çimenlikte geçen yıldan kalan yusyuvarlak ocak yeri, işte kara yanmış taş, işte çalılığın dibinde konserve tenekesi yerde ters dönmüş durur. Evet, bir yıl ömür göz açıp kapayana kadar geçip de gitmiş.

      Bu kez nehrin etrafında nedense değişiklik de var gibi geldi. Köprüden taş, kerpiç yükleyen arabalar devamlı geçip duruyorlar. Nehrin tepesinden, pek net işitilmeyen uğultulu bir ses de duyuluyor. Arabasına su “içirmek için” duran bir şoförden ben bu canlanmanın sırrını öğrendim: Beş kilometre tepede bölgeler arası hidroelektrik santrali kurmak için hazırlık sürüyormuş. Arabalar taşları, kerpiçleri buraya taşıyorlar; şu uğultulu ses ise – kolayca kuruveren tahta yarma makinesinin sesiymiş.

      İkinci gün pek erken, balıklar kendini kaybederek dans etmiş ve ben hangi oltanın ardından gözleyeceğimi bilemeden, pek gönülden bağlanarak balık tuttuğum sırada, kara aygırı koşturan araba köprüden hızlıca, gürültü ederek çıktı. Çıkmasıyla birlikte yoldan kıyıya doğru dönerek sahilin başında durdu. Arabadan branda bezinden yağmurluk giymiş biri inerek bana doğru gelmeye başladı. Ta uzaktan elini sallayarak bağırdı:

      –Olmaz böyle, kira ücreti ödetmek uygun olacak size, yer ettiniz muhtemelen, ha?

      Bu – “Levazım Müdüriyeti” direktörü Sabircanov’du.

      –Merhaba, dostum!

      –Merhaba, yoldaş Sabircanov!

      O benimle çoktandır tanıdık olan dost gibi el sıkışıp selamlaştı.

      –Hoşunuza gitti, diyorum, sizin bizim Mişe tarançaları, her yıl geliyorsunuz!

      –Gelmesen, tarançaların hatrı kalır elbette.

      –Öyle mi? Peki, peki! Nerede, övün haydi öyleyse!

      Ben bugün sabahleyin tuttuğum, sağlam ipe takarak su kenarına gönderdiğim yarım kiloluk çapak balığını alıp gösterdim.

      –Vay-vay-vay! Bak sen şuna üstelik çapak balığı! Bunun yanına bir yarımlık rakıyı koltuk altına sıkıştırıp gelmek uygun olurmuş… Ölürüm yanlayıp balık çorbası içmeye.

      –Lütfen buyrun! Balık çorbasının alasını pişiririz.

      Sabircanov çömeldiği yerden kalkıp kafasını sallayıverdi:

      –Ah, vakit, vakit yok! Parayla da satılmaz elbette!

      –İş pek çok mu ki öyle?

      –Boyunu aşmış birader! Nu niçěgo9. Çok geçmeden balık kendimizde olacak. Balık çorbası içmeye bize gelirsiniz.

      –Nereye size?

      –Bizim kolhoza, “Dostluk” kolhozuna, buradan sadece 12 kilometre…

      Benim yüzüm aniden sahil kıyısına gelen balık yüzü gibi oluverdi, muhtemelen.

      –Neden o kadar şaşırdınız? – diye sordu yoldaş Sabircanov da.

      –Durun hele, geçen yıl elbette siz “Levazım Müdüriyeti” başındaydınız?

      –Geçen yıl tabii o! İşte bu yıl ise, kolhozları büyütünce beni büyük bir kolhoza başkan yapıverdiler. Haydi, Sabircanov, gidip kolhozu güçlendir, dediler.

      –Bak seeen!

      –Nesi tuhaf? Bizim gibi yönetici çalışanlar için hiçbir şey değil o. Çağırırlar da emrederler, vesselam! Evet, işte şu, bizim kolhozun büyükçe bir barajı var, bu yıl ilkbaharda bine yakın “aynalı sazan” denen balıktan gönderdik. Sonbahara yakalayıp istiflemeye başlıyoruz, lütfen buyrun gelin! Bohçana da birkaç kilo koyuveririz.

      –Teşekkürler! Kim bilir, belki, geliveririz.

      –Pajalıstı10, rica ederim. Peki, şimdilik hoşça kal! Aygırı orada at sinekleri sardı.

      Böyle dedi de yoldaş Sabircanov, tam da becerikli başkanlar gibi pardösünün eteklerini sallayarak gitti.

* * *

      Biliyor musunuz, yoldaş Sabircanov ile yine bir kere daha rastlaşmak denk geldi. Aynı köprünün dibinde. Geçen yıl oldu bu, son rastlaşmamız oldu.

      Çay kaynatıp içeyim diye, sahilin başında ıvır zıvır toplayarak yürüyordum. Bakıyorum; köprüden kutular, iple sarılmış bohçalar, kova, kap kacak, yemlik gibi şeyler yüklemiş ve arkasına kızıl inek takmış bir yük arabası “tıngır mıngır” geliyor. Arabanın yanından dizgini tutarak bir ağabey gidiyor. Epey arkasından ise başını aşağı eğmiş, ellerini arkaya koymuş yoldaş Sabircanov’un kendisi adımlıyor. Ben onu hemen tanıyıverdim ve bağırarak laf attım. O yukarı uzanıp baktı da, atı tutan ağabeye bir şey söyleyip bana doğru gelmeye başladı.

      Araba köprüden geçtikten sonra durdu.

      Biz el sıkışıp selamlaştık da yeşil çimenliğe oturduk. Sabircanov kasketini çıkarıp terlemiş alnını sildi, sonra cebinden sigarasını çıkardı. Evet, bu defa yoldaş Sabircanov’un keyfi daha bir başka gibi, şen şakrak bir biçimde, ağzına ne gelirse onu söylemeye atılması anlaşılmaz kendisinde. Yine de ben mahsus kandırarak sormuş oldum:

      –Yoksa pazara inek satmaya mı gidiyorsunuz?

      –Göç ediyorum, kardeş, tekrar bölge merkezine… – dedi Sabircanov, en son sözüne vurgu yaparak.

      –E kolhoz?

      –Kolhoz ne? Bir yıl güçlendirdin, yeter, şimdi burada lazımsın, derler. Ağız da açtırmazlar. Böyle, kardeş, ekin ektirmeye başlayamadım, şimdi işte kerpiç dövdürmeye başlamak uygun gelir.

      Pek tuhaf geldi bu iş bana, yoldaş Sabircanov’a bir an acıyıverdim.

      –Kimsiniz peki siz, mesleğiniz süresince kimsiniz? – dedim, kendim de anlamadığımdan kızıverip.

      –Tıkaç! – dedi Sabircanov, birden kestirip atarak.

      –Nasıl o öyle… tıkaç?

      –Şöyle şimdi; nerede bir gedik orada tıkaç biz, nerede bir şey aksamaya başlasa, oraya çabucak götürüp tıkarlar bizi… İşte kerpiç fabrikasına yönetici lazım oluvermiş. Haydi, Sabircanov, dön, fabrikayı devralıver!

      –Tuhaf, tuhaf…

      –Tuhaftır o… – dedi Sabircanov, her nasılsa, sadece ağzının bir kenarıyla gülümseyerek