Kendimi vuruyorum yola. Arkamdan çekiştiren eller yavaş yavaş bırakıyor beni. Ruhuma gider gibi gidiyorum. Bütün yolculuklarım tek bir yolculuk oluyor şimdi.
Necip Fazıl’ın “Otel Odaları” ndan geçiyorum; ‘Zamanın tahtaları kemirdiği’…Cahit Külebi’ nin tarlalarından; ‘Sessizliğin çın çın öttüğü’…
Geçtiğim şehirler, en son gördüğüm yüzleriyle karşılıyorlar beni. Geçtiğim yolları en son bıraktığım mevsimlerinde buluyorum. İnsansız ovalarda, vadilerde, dağlarda rengi değişmemiş zamanın. Issız köylerden kasabalardan geçiyorum; meydanlarındaki çınarlara, yol boyu dizili kavaklara değerek. Onlar, geçen günlerin eldeki tek fotoğrafı gibi kalakalmışlar oldukları yerde. Yazgılarındaki bu derin temsile devam ediyorlar.
Evler… Devasa, heybetli, asık suratlı binaların arasında soluyan; ihtiyar, kederli evler… Belleri bükük, ahşabı solgun… Çizgi çizgi simalarında zamanın asılı kaldığı… Bütün yaşanmışlıkların, bütün günahların, bütün sevapların, hasretlerin, sevdaların yüzlerine bir ifade olup konduğu; bedenlerinde bir duruş olup kaldığı, yorgun harap evler! Kim bilir kaç ömrün hikâyesiyle durur, nice güzlerin, nice baharların nefesini solurlar? Acaba kimlerin ‘geçen dakikaları’ orda bekleşir, orda konaklar?
Zamanın elinden eteğinden düşen çakıllar burada, bu yollarda serili. Bütün yolculuklarım oradan geçtiğim en son âna yolculuk gibidir veya son yolculuğum bütün geçmiş yolculuklarımın toplamıdır. Ömrümü izliyorum penceremden. Yoldaki çakıllardan izler sürüyorum. Geçip gitmemiş hiçbir şey. Koku olup sinmiş, mevsimden elbiseler giymiş, iklimden boyalar sürmüş. Bıraktığım gibi aşina çehreleriyle ayaktalar işte.
Yollar, kimi zaman ‘yağız atların kişneyip, meşin kırbacın şakladığı’ yollar oluyor. Yollar, ‘tekerleri meşeden katar katar kağnıların gittiği,” ‘Rüzgârın bıçak gibi kestiği’ yollar… Bir sonsuzluk çemberi gibi aynı izlerin, aynı kederlerin, aynı sevinçlerin büklüm büklüm ayrılıp deveran ettiği yollar…
Kim bilir bizden düşen çakılları kimler toplayacak, bizim şiirimizi kimler okuyacaktır ‘ Han Duvarları’nda?’
Anlatmak mı, resmetmek mi? Yoksa duymak mı, yaşamak mı en iyi ifade yoludur? Sanırım susmak… Sükûtun anlattığını hiçbir dil anlatamaz. Harabelerde, mezarlarda, köprülerde saklanan tarihin dilini çözmeye hangi lisan muktedir olabilir ki?
Elbet bir gün; Üstad’ ın tasvirindeki heykel misali, yılların, ‘yanaklarından bir gözyaşı olup kaydığı’ ‘ayaklarında sonbaharın ağlayacağı,’ mermerden bir taşımız olacak başucumuzda.
ELİME KAYGI BULAŞTI
Kaygı, geceden gelip yerleşti içime. Rüyama süzülüp aktı üşenmeden. Çehreler giydi, bilmediğim simalara türlü çeşit ifadeler, cümleler yükledi. Sevmediğim mekânlara çekti beni, biliyorum o çirkin dekorlar da onun fikriydi. Rüyamda işittiğim bütün düşünceler de ona aitti. Yine başarmıştı artık irademle savaşı başlamıştı. İçimi daraltmasından, bana arzusu doğrultusunda kararlar aldırmasından anlıyordum ki hâkimiyet kurmayı sağlamıştı. Gökyüzü de onunla işbirliği içindeydi. Doldu doldu taştı bulutlar. Doldukça karardı, karardıkça yağdı. Elim yüzüm müydü ıslanan yoksa kurumaya bıraktığım tortulanmış korkularım mıydı? Onca zamandır nice yol kat ettiğim fikrinin sadece zayıf bir ihtimal, hatta bir iyimserlik olduğu hakikatine çarpmak, baştan aşağı bir kova soğuk suyla uyanmak kadar ürperticiydi.
Ve benim müzmin derdim, akan yıllara rağmen yaşlanmayan, eskimeyen, uzaklaşıp seraba dönmeyen kaygılarım her fırsatta dimdik, genç ve bıraktığım gibi gelmekteydi. Hannas’ın döşediği bir dumandı yoluma, Vesvas’dan süzülmüş bir gölgeydi ardımda, sağımda solumda iblisten bakışlarıyla görüp de ruhumda duyduğum baştanbaşa keder, şiddetli bir sancıdan ibaretti.
Geldiği andan itibaren hükümranlığı başlamıştır. Bundan sonra ne ruhuma sözüm geçer ne bedenime. Kendimle baş edemez olurum. Gece uykuya dalarken ağır ve karanlık vücudu zihnimi kuşatmıştır. Gündüz uyanırken içimde derin bir titreyişle, korkunç bir acıyla açarım gözümü. Gün onunla biter ve onunla başlar artık.
O acımasız ve uğursuz eller, yakama yapışmıştır bir kere. Vücudum titrek bir yaprak gibi düşer önüne. Ve o el bir külçe gibi havada savurur beni, sonra bir o duvara vurur, bir bu duvara. Soluk almadan divane gibi çarpıla çarpıla akar günler.
Yıllardır yüzümü güldüren ne kadar hayalim, ne kadar ümidim varsa kaybolmuştur. Yaşam sevincim, solgun ve ölümcül bir yüze dönmüştür artık. O karanlık girdaptan çıkıp da yakalayabileceğim yegâne güç, iyimserlik ve ümittir bilirim ama yakamdaki o bulaşık, o ağır ellerden kurtulmaya kudretim yoktur.
Yenilginin ve korkunun dibe vurduğu anda dizlerinin üstüne çökmüş ruhum, karanlık dehlizin soğuk taşlarında kaybolurken ayaklarının üstüne kalkıp da kılıcını yeniden çekmesi nasıl mümkün olacaktır? Kaygı, haklı olduğunu, ona ispatladıktan sonra, ruhumu yenilgiden ne kurtaracaktır? Bir sihirli söz yetişir bazen imdada, bir anne şefkati bazen, kimi zaman akıl bir temsil bulup getirir önüme. Hepsi bir parça derman serperken dizlerime, o küçük kız gelir, arkasında akıp gitmiş ama kahramanca aşılmış yüzlerce tepeyi işaret ederek. Kilitlemeyi başardığım karanlıkları gösterir ve bir tutam ümit verir; mucizelerin ümidini… Sana senden yakın olanın ve rahmetin ümidini…
Her seferinde ayağa kalkmam o andan sonra olur. Ama o anı yakalayabilmek, o sözleri işitebilmek için zorluk tünelinin sonuna varılmış, çaresizliğin zehirli tadına dokunulmuştur. Yardım, dardayken yetişmiştir.
Artık kaygı toparlanır yavaş yavaş. Arkasına dönüp dönüp söylenmelerine ara vermez tabii. Ama o karanlık sözler bu sefer etrafımdaki duvarı aşamaz. Hükmü bitmiştir artık. Yeni bir delil bulup zayıf ânımı yakalayıncaya kadar ülkemden kovulmuştur. Toparlanıp gitmesi fazla sürmez. Ve bana yaralarımı sarmak için uzun bir zaman kalır.
ÖLÜM VE ELÇİLERİ
Derin bir uykudaymış da etrafında olup bitenlere oralı değilmiş gibi ya da etrafında olan her şeyin farkında ve oldukça gereksiz buluyor. Yüzündeki mütebessim, asude huzur bir bebek kadar masum kılarken onu, aynı zamanda “Susun!” demek istiyor: “Bu bağrışmalarınız, şamatalarınız boşuna!” Simasından çekilmiş bütün çizgileri, durulmuş mimikleri tek bir şeyi ima ediyor: “Kutsal ve ari bir iklimdeyim. Bu yüce sükûna büyülendim, hayran kaldım, boyun eğdim. Olduğumdan daha güzel bir yerdeyim. Susun, lütfen susun!”
Ölüm, bilinmeyen tat; elin tutamadığı, gözün göremediği vücut; işitilmeyen ses; sırrına erilemeyen lisan! Karanlık bir gölge misali korkutarak gelir, vurucu gelir; ürpertir, titretir. ‘Ağızların tadını kaçırır ölüm!’ Ama kimi ölülerin yüzündeki o bebek uykusu, o mesut, o nazik, o saygın fotoğraf, herkesin ölümünün karanlık olmadığını anlatır.
Onun ölümü de böyle oldu. Gelişi yavaştı. Ağır ve kocamandı. Evlerden taşardı, herkesin gönlüne kadar sıkışır, soluğunu keserdi. Günlerdir gelmiş, o evde konaklamıştı. Herkes ölümle oturmuş, ölümü ağırlamış, ölümü solumuştu. Bir anda kalktı, perdeleri açtı ölüm. Attı kendini aydınlığa aşikâr oldu. Aynalardan çekti hayalini, duvarlardan topladı gölgesini, bütünleşti tek vücut oldu. Onun son nefesinde toplandı, yüzünde sade bir resim oldu ölüm. Hafifledi ev. Etraf hafifledi. O nazik, o duru, o latif sima ihtiramlı bir uğurlayışı hak ediyordu. Tabiiyyet, teslimiyyet ve rıza