Mebruh Mirtoski

Dünya'nın İki Yüzü


Скачать книгу

de nereye gideceksen git…

      Müşteriler gelmeye başladı. Elif, Elvan, Derin ve Ediz de geldi. Geçen sene Elif’e babası tarafından tecavüz edildi. Üstelik hamile bile kaldı. Bunların hepsinin fiziksel ve ruhsal eksikleri vardı. Elif’in doğurduğu bebeği, yuvaya aldılar. Babası hapishaneye girdi. Elif ne kadar eksikleri olsa da bu durumdan sürekli kaçınıp konuşmak istemiyordu.

      Ardından yengeleri Şükriye de geldi. Dağınık saçı ve kirli ütülenmemiş elbisesiyle dikkat çekiyordu. Birkaç yıl önce onun da başına kötü şeyler geldi. Kocasıyla birlikte yedi yaşında bir kızını da kaybetti. Derneğimizin katkılarıyla onlara iyi yaşanabilecek küçük bir ev yapıldı. Elif’in ailesine ise köy evi verildi.

* * *

      Geçilmez köyü, Rujitsa Dağı eteklerinde, Studençitsa ırmağı vadisinde kurulmuş bir köy. Köyün yarısından fazlası dışarda, batı ülkelerinde çalışıyordu. İyi donanımlı bir ilkokul ve bir de kültür, sanat ve yardımlaşma derneğine sahip. Derneğin başkanı Cemil Karacandı. Cemil köyde unutulan Türk dili ve milli bilincin dirilmesine en büyük katkıda bulunan insandı. İlk okulu bitirdikten sonra, on dört yaşında iken Türkiye’de eğitimine devam etmişti. Her şey iyiye gidiyordu. Dernek her yıl bir grup öğrenciyi Türkiye gezisine götürüyordu, Türkiyeıden misafir öğrenciler de getiriyordu.

      Öğle namazından sonra, oğlum Ali ile Mert, Metin, Ayhan ve Salih bana geldiler. Kızım Nilbahar da gelmişti; on yaşında, mavi gözlü, güzeller güzeli bir kızcağız, bir gofretle meyve suyu alıp çıktı. Bıyıklı lakaplı köy berberi bir köşede oturmuş sessizce bizi izliyordu. Çocuklar futbol, okul gibi onları ilgilendiren konuları tartışıyordu. Onların motorları falan yoktu. Daha zengin ailelerin çocukları gibi, babalarının arabalarını kullanıp tiribe giren gençler gibi değillerdi. Bizim çocuklar zengin çocukları gibi alkol ve sigara tiryakisi de değillerdi, kulakları küpeli, saçları jöleli de değillerdi. Aksine sakin, anlayışlı, saygılı ve günümüzde görmeye alışık olmadığımız ama özlediğimiz çocuklardandı. Bana da çoğu zaman bakkala yeni gelen malları yerlerine dizmeme yardım ediyorlardı.

      – Bıyıklı berber Misafirlerin var diyerek kapıyı işaret etti.

      Andaçla birlikte Pirlepe’den Latifa isimli bir sokak satıcısı giriyorlardı.

      – Buyurun, diye karşıladım.

      – Oh ne kadar da yorulmuşum, dedi Latifa. Buzluktan bir dondurma alıp oturdu, sırtındaki büyük torbayı yere bırakarak. Dondurmayı iştahla yedikten sonra, getirdiği malları göstermeye başladı.

      – Ben iki tişört ve on çift çorap alayım. Bugün ilk emekli maaşımı aldım, dolabı gösterip buyurun bir şeyler içelim dedi Andaç.

      – Öyle mi, hayırlı olsun, diye hepimiz birden tebrik ettik.

      – Teşekkür ederim, darısı başınıza. İki poğaça ve bir çikolata alayım.

      Poşete koyup verdim, kasa da parayla dolmaya devam ediyordu. Karşıda bir bakkal daha vardı, fakat sahibinin kötü davranışlarından dolayı bizim kadar başarılı değildi. Sonuçta ne o ne de köydeki diğer patronlar acınacak durumda değillerdi. Hepsinin birkaç evi ve arabası vardı, isteseler sırf fakirlere inat helikopterle köyün üstünde uçabilirlerdi. Derken saate bir göz attım, Şerefsiz nerde ise gelecek, her zamanki gibi bir bahane uydurup en az iki saat gecikmezse eğer, o bahaneyi de iki litre Kola ile örtecek aklı sıra, oysa ben hep farkındaydım. Birkaç müşteri ile birlikte ayrıldım iş yerimden. Evimde güler yüzlü Gülden’im masayı kurmuş kızımla birlikte beni bekliyorlardı. Güzelce doyduktan sonra, birer yorgunluk kahvesi ile sohbete daldık. Yazın yaklaştığı gibi yakınlarımızın düğünleri de yaklaşıyordu, dolayısıyla da masraflarımız büyüyecekti.

      – Biliyorsun temmuz ayı kapıda, birkaç hediye almamız gerekecek, anlayacağın biraz dişimizi sıkacağız.

      – Canını sıkma, hallederiz, diye rahatlattım.

* * *

      Kısa bir süre önce oğlum Ali lise ikinci sınıfı bitirdi. Düzenli ve çalışkan öğrenci olduğu kadar iyi bir oğul ve arkadaştı. Önümüzde ki günler tatil olduğu için, havalar ne kadar da uygun olmasa, birkaç günlüğüne Ohri’ye gezmeye gitmeyi planlıyordu.

      – Abi! Orada mısın, nereye daldın böyle?

      – Buyurun, buyurun. Hayat işte, dalıyor insan bazen derinlere, sarınca düşlerini sorunlarla çileler. Nasıl yardımcı olabilirim?

      – Üç ekmek, on gevrek, bir zeytinyağı, bir de Rodeo sigaralardan alayım bir paket,

      – Buyurun beyefendi, hepsi iki yüz denar, bu da paranızın üstü.

      – Teşekkür ederim. İyi günler.

      – Yine bekleriz.

      Garip bir sessizlik bastı mekânı. Gelen giden yok. Ben varım, baş ağrım, bir de az sonra sessizliği bozacak olan buzlukların vızıltısı.

      Rahmetli babam, torunumu göreceğim diye Almanya’ya gittiydi. Aralık ayıydı gittiğinde, hastalanıp torununu görmeden, bir damla suya hasret öldü, söyleyecek daha o kadar şeyi varken… Arkasından yanıtlarını tahmin edebileceğimiz sorular bıraktı. Annesinin ve ölen gencecik oğullarının yanına defnettik. Oğullarının ölümünden sonra kahramanca yaşamaya devam etti, boyu kısa, kalbi büyük insandı. Duygu’ya gelince, benim biricik kız kardeşim, yaşanan bütün bu trajedilerin ortasındaydı. Belki de uzun zaman evli olmasına rağmen, Ulm’de ki evinde henüz bebek sesi duyulmamasının nedeni yaşadığı acılardı. Kendisini Ömer’le avutup bizimle yaptığı internet görüşmeleriyle teselli ediyordu.

* * *

      Yavuz, son derece ciddi ve yardımsever bir adamdı. Medine, Mahir ve Mert’in babasıydı. Almanya onu pek mutlu etmedi. Sonrasında İtalya’da bir mutluluk adası bulmaya çalıştı ama orada da mutluluğu bulamadı. Sonra içinde sakladığı umutlarıyla evine döndü. Diğer kardeşim ise Muhbir, altı kişilik ailesiyle son derece kötü bir hayat yolu geçmekteydi. İlk ona çarpmıştı yıldırımlar, kardeşlerimizin ölüm haberini duyan ilk kişi oydu. On yedi yıl Almanya’da yaşadı, bir yıl da hapis yattıktan sonra, küçük kavgalardan dolayı ailesiyle birlikte polis zoruyla gecenin ikisinde insan dışı davranışlarla kovuldu. Kaos ve belirsizlik sarmıştı ailesini o kara günlerde. Düşünsenize en modern hayattan gelmiş en sefil hayatı yaşamak zorunda kalmışlardı. Almanya’ya dönebilmek için başvuramadıkları adres kalmamıştı ancak her şey nafileydi. Hani derler ya Yukarı yüksek, aşağı derin, onlar da tam öyle alışıyordu yeni hayatlarına. Hayat dediğime de bakmayın, filmlerde anlatılan en kötü sahneler soluk kalırdı görseniz. Muhbir bir inşaat şirketinde çalışmaya başladı. Öğle ile ikindi vakti arasıydı, bakkala yüzlerce müşteri girip çıkıyordu. Bir anda Şafak geldi, birkaç yıl önce çalıştığım taksi şirketinin sahibi. Bos sigara aldıktan sonra, “Mazhar hatırlıyor musun birlikte çalıştığımız günleri?” diye sordu.

      – Hatırlamaz mıyım?

      Şampiyon taksinin santralında ben, Ayhan ve Doğan çalışıyorduk. Şoför olarak da birkaç kişi daha çalışıyordu. Taksi yirmi dört saat açıktı. Orada tam altı yıl çalıştım. Santralda telefon, kağıt, motor yağı yanı sıra duvarın bir köşesinde küçük bir delik vardı. Patronun babası Ruhi yapmıştı o deliği, aklı sıra bizi gizlice izliyordu. Derken bir gün hiç beklemediğim bir anda ödümü patlatırcasına korkuttu. Başka bir seçeneğimiz olmadığı için her türlü işkencelere maruz kalıyorduk. Faturalar gelince, ya da bir arabada bir arıza çıktığında korkuyla haber veriyorduk. Elektrik ve telefon faturaları geldiğinde vermeden önce mutlaka bir sakinleştirici içiyordum, sanki faturaları ben ya da diğer çalışanlar şahsımız için yapıyorduk.