yoluyla anlamaya çalıştım. Daha sonra kendisinin isteği üzerine Üsküp’teki Birlik gazetesinin salonunda, bu çeviriyi tanıttım ve hakkında bir yazı yazdım.
M. Leontiç tarafından tercüme edilip Ali Akbaş’ın redaktörlüğünde hazırlanan şiirlerin yayınlanması sebebiyle, aslında felsefe profesörü olan Ferid Muhiç ve yazarlığı hakkında, onun “özel kimlik”i karşısında biraz çekinerek bir şeyler söylemek istiyorum.
Kendi dairesinde, büyük dünyasını minimal bir tarzda gösteren veya kendi kendisi hâlinde geliştirdiği bir hayat yörüngesinde kalıp, üretken bir entelektüel yalnızlığı yaşayan Muhiç hakkında bir şeyler söylemek, benim için hem mutluluk hem de zor bir görevdir. Avrasya Yazarlar Birliği’nin Onu; Türkiye bilim, sanat, felsefe ve edebiyat çevreleriyle tanıştırmasından da ayrıca bir memnuniyet duyuyorum. F. Muhiç, aslında bizimle fazla bir arada olmamış olsa da bizden birisi gibidir. İnanmayan ona; dağlarımızı, karabaşımızı, kangalımızı, yörüğümüzü, Balkanları, Osmanlıyı, Yunus Emre’yi, Âşık Veysel’i sorsun.
Büyük dost Ferit Muhiç, çocukken ilk defa köylerine bir şair geldiğini ve etrafındaki halkayı aşarak gidip ona dokunduğunu anlatır. Mutluluk, dokunulan şey aslında. Bu dokunuş, dolaysız büyük odaklanma, onu gerçek bir şair yaptı. “Yazan şair” değil, “yaşayan şair” olması da bundan. “Şair olarak yaşayın, çünkü günün birinde bir çocuk size dokunursa, kanmasın, aldanmasın.” diye bizi uyarır. Aradığım, istediğim, benim için ütopya olan bir dünyada ‘mutluluk temas’ı bu; başka şey de gerekmez. İnsanı, gerçek anlamaya, duymaya ve içselleştirmeye götüren billur bir yol.. “Dokunduk, ama dokunmadı bize” demek ne güzel! “O Tek Mısra” yazısında F. Muhiç, “Yaşıyorum, biliyorum; şair miyim bilmiyorum” diyor, ama ben de onun, çocukken köylerine gelen bir şaire dokunması gibi, ona dokunacağım; böylelikle de sadece bir şaire değil, büyük bir dosta, bir bilim ve sanat adamına; bir dağ, gök, yer ve kuşların bilgesine dokunmuş olacağım.
ŞİİRİ, FELSEFESİ ve DÜNYASI
F. Muhiç, birçokları gibi, spekülatif soyut bilgi ve idrakte kalmıyor. Ağır felsefî problemleri âdetâ yeni bir dille güncelleştiriyor, yaşanılır kılıyor; sonra da avucumuza sevebileceğimiz bir kuş gibi bırakıyor. Felsefeyi imbikten geçirilmiş bir şiir diliyle güzelleştiriyor, yumuşatıyor ve paylaşıyor. “Buyurun!” diyor, “Buyurun, bilgi dostunuzdur! Tabiat, dostunuzdur! Kuşlar, hayvanlar, dostunuzdur!” Bilgi ile insan arasına kara kediler koyan kara yüreklilere karşı, Muhiç, bilgiyi sempatikleştiren adamdır. Felsefenin kendinden menkul -spekülatif, entelekt- kavrayış güçlüğüne karşı onda şiir, yumuşatıcı bir ilaç, büyük ve zor düşüncelerin duygululaştırıldığı mor bir kanaldır.
F. Muhiç’in bütün şiirlerinde, çocuksu bir bilgi ve dünya algısı sezilir. Gestalt’ın çocuk idrâki için geliştirdiği teori, tam da onu tarif eder. Çocuklar için söylenilen “katılım-aynîleşme yasası” onda da görülür. Her şeyi, büyük bir şeyin sistematik aygıtı olarak görür. Bölüp, parçalayarak indirgemek yerine, “bütünleştirme” ya da “ bütüne iştirak” duygusu, onda sadece entelektüel bir ilgi değil, bir yaşama biçimidir. ,O, yalnız, varlıkların birliğine değil, zamanların birliğine de inanır. Spinoza’nın etkisini, bilgi sisteminden hayata çevirmiştir. Bir nevi “tayy-i zaman”, Muhiç’in ruhunda saklıdır. Onun içindir ki Hegel’le giriştiği tatlı polemikte “Hâlâ başlangıcın tohumundayız biz/ Lojik bilginin ilk sayfasında/ Bizim “varlık” da hâlâ ve ebediyyen bizim “yokluk”a eşittir” der ki bu felsefî tenâkuz, bir nevi “fenafillah” mertebesidir. Onun “Sonsuzluk Sohbeti”, aklı şaşırtır: “…Sonsuz sayı eşittir/ Çarpı sonsuza/ İşte böyle/ Bütün toplamalar, çarpmalar/ ve bölmeler çıkarmalar bitince/ Yine biz sonsuzluk başlamadan/ Önceki yerde olacağız” der.
Şeyh Galib’in “Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” diye özetlediği insana, -Engels’in kalabalığın devrimi teorisine ince gönderme yaparak- nicelikten ulaşılamayacağını söyler. Engels’in kütlevî insan yanılgısını şu mısralarla ne tatlı anlatır: “…Ne kadar çoğalırsa çoğalsın insanlar/ Kabarsın, taşsın, aksınlar/ Hiçbir zaman/ Nicelikten niteliğe geçemez/ Ne kadar isterse istesin onlar/ Hiçbir zaman/ Hepsi birden/ Bir tek insan etmez.” Görüldüğü gibi, onun birlik düşüncesi ve duygusu, insanları ve insanlığı değil, insanı görebiliyor. “İnsan ve Dünya” şiirinde de böyledir: “Bırak denesinler/ Şaşırtsınlar, korkutsunlar/ Tavlasınlar/ Dünyanın bütün yanlış yolları/ ve kavşakları/ Emredilen/ en geniş yoldan daha iyidir/ Senin yolun.”
Bir Tevrat vakası ve projeksiyonu olan Armagedon mitinde, Tanrı’nın desteğiyle zafer kazanılacak, ama, Yahudilerin alçaltıcı lafzıyla dünya, tabiat ve Mog-Magoglar (Yecüc Mecücler) ezim ezim ezileceklerdir. Tanrı, Yahudileri koruyacak; ötekilere ise, ateş yağdıracak, onları katran kuyularında yakacak ve üzerlerine dağları devirecektir. Böyle bir mitleştirilmiş dinî olayın, geçmişte kalmayıp ebedî bir kindarlığın vasıtası olarak gelecek için öngörülmesi ve beklenilmesi, onun mitolojik masumiyetini de ortadan kaldırır.
Armagedon’u diğer tarihî, dinî mitolojiden ayıran, bir kavmin onu gelecek için düşünmesi ve buna inanmasıdır. Oysa bilinen mitler, tarihte olmuş ve orada kalmıştır. Tarihî ve dinî mit ve sembollerden ders çıkarıp yararlanmak başka şeydir, gelecekte insanların yarısını kahredecek bir ütopyaya inanmak başka. Bu sebeple, Ferid Muhiç’in Armagedon şiirinde, yok edilen dünya ve varlık, bir derin çığlık hâlinde dile gelir.
Dünyanın, tabiatın ve bütün varlığın büyük dostu olan şair, buna kayıtsız kalamaz. Büyük feryat, büyük bir şiirle birleşir burada. F. Muhiç, bu şiirin mısralarına; bütün insanlığa anlamlı ağıt yakan lirik bir deha gibi karışır: “Dağlar/ Bütün balıklar / Sütliman denizler / Toz kasırgalarının içinde kaybolacak/ Alnımın arkasını sakinlik bastığı zaman/ Hayal ettiğim bütün diyarların/ Kanatları kapanacak/ Bu hayret bende/ Daha büyük bir hayretle/ Yok olduğu zaman/ Geçmiş ve gelecek kol kola dolaşacak/ Bütün parlak günler/ Bütün yağmurlar, yıldızlar, aylar/ Ve bütün çocuklar/ Bir zamanlar benimle birlikte olan/ Bütün varlıklar/ Dağılacak”
Varlığını kattığı, bütünleştiği bir dünyanın Armagedon projeksiyonuyla yok olması, F. Muhiç’in entelektüel ve insanî itirazına yol açar. Bütünlüğe, vahdaniyete karşı, parçalanmanın, bir vücuttan kopan el gibi, ayak gibi, göz gibi olduğunu sezer. Mikro – kosmosla Makro-kosmosun parçalanıp ayrışması da böyledir: “Nasıl ayrılayım senden/ Ve nasıl mahrum kalayım/ Çimenlerin temasından/ Sağanağın nefesinden/ Ve sessizliğin sesinden/ Tırpancı uyuduğunda / Çayırın parlaklığını/ Nasıl görmeyeyim, nasıl?/ Ve nasıl kalınır, nasıl gelinir/ Adımlar ayağa hasretse/ Eller kütleşmişse eğer/ Mevsim nisansa üstelik/ Ey beden/ Senden nasıl ayrılayım, nasıl?”
Muhiç’te “kozmik vahdaniyet”, baskın bir eğilimdir. Sadece dağlarda ve ıssız koylarda olanlarla değil, aynı zamanda göktekilerle de ilgilenir. Sezgisi; yeri, dağı ve göğü içine alır. Varlığı, o andaki perspektif duruşuyla değil, bütün işleviyle algılar. Uçuşu selamlayan ve kutsayan adamdır o. Birçok, “Boz doğan” (Falco Peregrinus) şiiri yazar. Bir sanat fotoğrafçısı gibidir bu şiirlerde. Harika uçuşları yakalar, onlara katılır ve anlatır:
Şaşırmış
Boz kanatlarla
Uçuyor
Benim canım
derken, Bozdoğanla o da uçar sanki. Başka